15 Mayıs 2008 Perşembe

Japonya Uzay Havacılık Dairesi (JAXA)

Zamanda yolculuk dendiğinde aklımıza hep ünlü bilim adamı Stephen Hawking'in yaklaşımı gelir.

'Eğer zamanda yolculuk mümkün olsaydı, neden bugün gelecekten gelmiş zaman yolcularıyla karşılaşmıyoruz?'

Peki ya ileride zamanda yolculuk gerçekten mümkün olursa ve gelecekten gelmiş kişiler aramızda yaşayıp bizi izliyorlar ve içlerinden gülüyorlarsa? Gelin, hep beraber bu olasılığı düşünelim.

Zannederim, uzmanlık alanı olmasa da herkes, zamanda yolculuğun ancak ışık hızına ulaşabilmemiz durumunda mümkün olduğunu biliyordur.

Gelecekte, zaman yolculuğu ile ilgili bütün engelleri ortadan kaldırıp ışık hızından daha hızlı hareket etmeye yönelik teknolojiyi geliştirdiğimizi varsayarsak, nasıl bir zaman yolculuğu yaşanacağını da hayal edebiliriz.

Wells'in romanı ve 'warp' fikri

Zamanda yolculuk üzerine en tanınmış yazılı roman, ünlü yazar H.G.Wells tarafından kaleme alınmıştır. Romanda zaman makinası geçmişe ve geleceğe tek bir çizgi üzerinde hareket ederken, bugün zamanda yolculuğun gerçekleşeceğine inanan birçok bilim adamı, bazı zorlukları yok etmek için 'warp' fikrini ortaya atmaktadır.

'Warp'ı basit bir örnekle açıklayacak olursak, bir kağıdın sol alt köşesine (X), sol üst köşesine (Y) yazalım. X'den (şimdiki zaman) Y'ye (geçmiş zaman) bir çizgi çekelim.

Wells'in modelinde, zaman makinasını bu çizgi üzerinde hareket etmektedir. Ama, harflerin yazılı olduğu iki köşeyi kağıdı kaldırıp ortası sarkacak şekilde biraraya getirirsek, bu iki farklı nokta arasında hareket etmek için varolan çizgiyi takip etmek yerine direkt atlama yapabileceğimizi görürüz. 'Warp' budur.

Her ne kadar bu imkansız gibi düşünülse de, bugün doğadaki formlara baktığımızda, mükemmel bir kare veya dikdörtgen benzeri bir form göremeyiz. Doğa, bizim '3.5 boyut' ismini verdiğimiz mevcut form cetvelleriyle tanımlanamayan 'fraktal'lerden oluşur.

Kar tanesi ve yansımalar

Buna en güzel örnek ise bir 'kar tanesinin' şekli. Kyoto Üniversitesi'nden Prof. Dr. Koji Miyazaki ile beraber yaptığımız bir araştırma sırasında, kar taneleri ve benzer milyonlarca fraktal şekillerin aslında dördüncü boyuttan üçüncü boyuta yansımalar olduğunu bilgisayar modelleriyle kanıtlayıp başarılı olduk.

Einstein'in 'zaman' olarak tanımladığı dördüncü boyutun, belki de farklı bir kurgusu olan bir üst 'mekan' olabileceğine dair bir tez de geliştirdik.

Uzayın şekli ve boyut konusunu daha derinden kavramak, ileride belki de zaman makinasının önünü açabilir.

Zaman makinasına geri dönecek olursak, bugüne kadar büyük bütçeler ve derin araştırmalarla hazırlanmış bütün filmlerde kahramanımız zaman makinasıyla geçmişe veya geleceğe giderken, farklı zaman diliminde başladığı nokta ile çıktığı nokta aynıdır.

Örneği tekrar düşünürsek, bir kağıt üzerindeki iki nokta arasındaki çizgiyi takip etmeden o noktalar arasında gidip gelmek bir gün mümkün olsa da, herhalde o gün zaman makinası üzerine çalışanlar, çok önemli bir gerçeği fark edecekler. O da kağıdın hareket halinde olması... Yani uzayın hareket ediyor olması.

Nasıl mı?

Dünya saatte yaklaşık bin 600 km hızla dönmektedir. Eğer bir zaman yolcusu 'warp' ile, zamanda bir saat geriye gidecek olursa, çıkacağı nokta ilk başlangıç noktasından bin 600 km ötede olacaktır.

Tabii ki bu durumda, uzaya dışarıdan bakacak olursak, dünyanın aynı bir saat içinde güneşin etrafında da 107 bin km yol katettiğini, güneşin de Samanyolu galaksisinde 810 bin km, Samanyolu'nun da Andromeda galaksisine doğru 240 bin km, 'Local Group' adı verilen bizim sistemimizin de Virgo kümesine doğru 2 milyon 770 bin km ve komple olarak Virgo sisteminin de 'Great Attractor' adı verilen görünmeyen bir kümeye doğru 2 milyon 150 bin km ile hareket ettiğini düşünmemiz gerekir.

Zamanda yolculuk hayalleri ile yola çıkan pilotumuz, sadece ve sadece bir saat geriye dönmeye kalkışırsa, yola çıktığı noktadan yaklaşık 5 milyon kilometre uzaklıktaki farklı bir noktada ortaya çıkacaktır.

Burada önemli olan, yolculuğa başladığı noktada gene ortaya çıkmış olsa bile, bu sırada uzay bir saat içinde hareket etmeye devam etmiştir.

Bu kadar kötümser olmamak için, olaya bir de iyi tarafından bakalım. 5 milyon kilometre uzakta çıkma olasılığından bahsettiğim halde, bütün yıldız ve kümelerin aynı yöne hareket etmediği gerçeğini göz önünde bulunduracak olursak, buradan birbirlerini sıfırlama şansları olduğunu söyleyebiliriz.

Bugün bilim adamlarının 'uzayın duvar kağıdı' olarak da tanımladıkları arka plandaki 'kozmik kısa dalga fon radyasyonu' (Büyük patlama, yani Big Bang adını verdiğimiz evrenin doğuşunda meydana gelen patlamadan geriye kalan radyasyon) ölçümleri ışığında, dünyanın saatte yaklaşık 1 milyon 400 bin km hareket ettiğini biliyoruz.

Bu uzaklıkları şu ana kadar sadece bir saatlik bir zaman yolculuğu macerası olarak düşündük. Bunu günlere, aylara, yıllara vurursak ortaya çıkan mesafe farklılıklarını zannediyorum herkes hesaplayabilir.

Basit bir örnek verecek olursak, 2105 yılından zamanımıza dönmeye çalışan bir kişi, dünyadaki başladığı noktadan yaklaşık 1 trilyar kilometre uzakta çıkacaktır, bize o noktada mesaj gönderse, dünyaya ulaşması yaklaşık 47 gün alacaktır.

Uzay keşifleri

Eğer bu şekilde bir yolculuk imkanı olursa, yani uzayın sürekli hareket halinde olmasını kendi avantajımıza çevirmek istersek, bunlardan birisi uzay keşifleri olabilir.

Mesela aynı hesaplama sistemi ile gidersek, şu an ki bulunduğumuz noktada 17.4 gün sonra Jüpiter gezegeninin olacağını tahmin ederek (dünyaya en yakın olduğu zamanda 587 milyon kilometre) buna ayarlayarak bir keşif gemisini gönderebiliriz.

Tabii ki x-y düzleminde başarılı olunacağı tahmin edilse bile, uzay ortamındaki x-y-z sisteminde düşünürsek, belki uzaklık olarak doğru noktada çıkabiliriz ama Jüpiter'in o andaki konumuna göre tam olarak yanında çıkma şansımızın çok zayıf olduğu da bir gerçektir.

Ancak bu teknoloji eğer başarılı olursa, mesela dünya yörüngesine uydu veya benzeri yük taşıması için son derece pratik bir çözüm olabilir.

Hayal gücümüzü zorlamaya devam edecek olursak, ben bir gün zaman makinasıyla yolculuk yapma şansını yakalasam iki seçeneğim vardır.

Birincisi ne kadar dünyadan uzakta ortaya çıksam bile, en kısa zamanda dünya ile bağlantı kurup yönümü bulmak ve geriye dönmeye çalışmak.

İkincisi ise, zaten geri dönemeyeceğim gerçeğini kabul ederek, gitmişken sonuna kadar gideyim fikrine de sarılarak, uzayın başladığı zamana dönmek.

Acaba Big Bang patlamasının olduğu ana kadar gidebilir miydim? Uzayın henüz bin yaşında olduğu ve sadece taneciklerden meydana geldiği bir döneme dönebilecek olsam, acaba benim zaman makinem de o anda tanelerine ayrılır mıydı?

'Warp' fikrinde zamanın etrafında dönerek, yani o çizgi üzerindeki olaylardan etkilenmeyerek hareket edebileceğimizi varsayarak, 'Big Bang'den öncesine dönmeye kalkışsaydık? Bu durumda uzayın varolmayacağı ve uzayın varolmasından dolayı ortaya çıkan ve insanlar tarafından yorumlanarak 'fizik kanunları' olarak kabul edilmiş, ve benim zaman makinamla o noktaya kadar gitmeme imkan sağlamış bütün kuralların da varolmayacağını düşünersek?

'Terminator' filminde zamanda geriye giderek, ileride lider olacak insanların ailelerini yok etme düşüncesi nereye kadar mümkün bilemiyorum.

Buna başka bir yaklaşım getirsem, mesela ileride olacak çok büyük bir felaketi dünyaya mesaj olarak yollayarak tedbir almaları için uyarabilirdim.

Bu belki ileride mümkün olabilir ancak böylesine bir felakette ölmesi gereken bir kişi, benim yollayacağım mesaj sayesinde kurtulur ve ileride dedemi bir kavga sırasında öldürürse?

Zaman yolculuğu tartışması yıllarca sürer...

Doç.Dr. Serkan Anılır

Olağanüstü bilgileri ve üstün becerilerine rağmen birçok bilim kadını, erkek meslektaşlarının gölgesinde kalmıştır.

Diğer birçok alanda olduğu gibi bilim dünyasında da geçmişte hep erkekler egemen olmuştur. Einstein, Newton veya da Vinci isimlerini eminiz hepiniz biliyorsunuzdur. Peki ya Ada Lovelace? Ya da İrene Curie veya Sophie Germain size hiç tanıdık geliyor mu? Ünlü fizikçi Marie Curie gibi istisna bilim kadınları dışında birçokları hep gizli kalmıştır.

Kadın araştırmacılar, genelde erkek meslektaşlarının kıskançlığı ve çekememezliği yüzünden yeteneklerini topluma açıklama olanağını bulamamıştır. Kadınlar erkekler tarafından, akıl ve bilim dünyası için yetersiz ve histerik bulunuyordu. Bilim alanında başarılı olan kadınların erkek meslektaşları tarafından engellenmesi olağan durumlardı. Erkeklerin kendilerini üstün görme alışkanlıkları ne yazık ki günümüzde bile sürmekte.

Şairin matematikçi kızı

Geçmişte bilimsel meraklarını sürdürmek isteyen bazı kadınlar ilginç yöntemlere baş vuruyorlardı. Mesela 1776 yılında doğan matematikçi Sophie Germain de bunlardan biriydi. Germain bir erkek ismi kullanarak ünlü matematikçi Carl Friedrich Gauss ile mektuplaşarak bilgi alışverişinde bulunmaya başarmıştı.

Bilgisayar çağının öncülerinden biri olan Ada Countess of Lovelace'nin adını duyan var mı acaba? İngiliz şair Lord Byron'un kızı olan Ada, matematikle ilgileniyordu ve "Analytical Engine" olarak adlandırılan ilk bilgisayarın geliştirilmesinde Charles Babbage ile birlikte çalışmıştı. Programlamanın temellerini geliştiren bu kadın matematikçi, bilgisayar teknolojisindeki yaşanan gelişmeler sayesinde bir gün bilgisayarla müzik bestelenebileceğini ya da resim yapılabileceğini öncelemişti. Program dili "Ada" işte bu yüzden matematikçinin ismiyle anılmakta.

Genetikçe Franklin

Neredeyse tümüyle unutulan diğer bir bilim kadını da DNA yapısının asıl buluşçusu olan Rosalind Franklin'dir. Franklin'in uzmanlık alanı katı maddeleri röntgen ışığıyla incelemekti. Kalıtım molekülü DNA'nın yapısı hakkında kesin öncelemelerde bulunmasına rağmen, kaynaklarda adı neredeyse hiç geçmez bile ve bağımsız olarak araştırarak önemli bilgilere ulaşmasına rağmen genelde hep erkek bilim adamlarının asistanı (yardımcısı) olarak tanıtılmakta.

Alman kadın fizikçi Lise Meitner, çekirdek füzyonu kavramını ortaya atan ve çekirdek bölünmesi için teorik temelleri sunan başarılı bir fizikçiydi. Otto Hahn ve Max Planck gibi ünlü bilim adamlarıyla birlikte çalışan Meitner, Albert Einstein ve Marie Curie gibi ünlü bilim insanlarıyla da görüşüyordu. Bir pasifist olan Meitner, atom bombasının üretimine karşı çıkmıştı. Olağanüstü başarılarına rağmen ne fizik ne de kimya alanında ödüllendirilmemiştir. Fakat birlikte çalışmış olduğu fizikçi Otto Hahn, 1944 yılında Fizik Nobel ödülüne layık görülmüştü.

Ülkemiz bilim kadınları

Ülkemizde kadınlar ilk kez Cumhuriyet döneminde Atatürk sayesinde bilim dünyasına adım atabildiler. Çünkü daha önce kadınların üniversiteye gitme şansları yoktu. İlk bilim kadınlarımızın birçoğu da cumhuriyetten önce eğitimlerini yurtdışında sürdürmüşlerdir.

İlk kadın kimyageri Remziye Hisar, Fransa'da Sorbonne Üniversitesi'nde Marie Curie'nin ders verdiği dönemlerde okudu ve kendi alanında Türkçe ve Fransızca kitaplar yayımladı. İlk Türk kadın doktor Safiye Ali ise eğitimini 1921 yılında Almanya'da tamamlamıştır. Güzide Lütfü 1928 yılında İstanbul Barosu'na 1127 sicil numarasıyla kayıt olan ilk kadın avukat idi. Ve hepinizin bildiği gibi Sabiha Gökçen hem Türkiye'nin hem de dünyanın ilk kadın savaş pilotuydu. Gökçen kendi isteği ve Atatürk'ün izniyle Dersim harekatına savaş pilotu olarak katılarak büyük başarı elde etmişti.

ABD�li ve İsrailli paleontologlar, insanlığın, 70 bin yıl önce aşırı iklim koşullarından ötürü soyunun tükenmenin eşiğine geldiğini ortaya çıkardı.

ABD�den Stony Brook Üniversitesi, IBM Araştırma Merkezi ve İsrail�den Rambam Tıp Merkezinin yaptığı araştırmada, 70 bin yıl önceki aşırı iklim koşullarının, insan nüfusunu öylesine azalttığı ve soyunu tükenme noktasına getirdiği belirlendi.

Stony Brook�tan Paleontoloji Profesörü Meave Leakey, makalesinde �Bundan sadece 70 bin yıl önce nüfusumuzun o kadar azaldığını ve tükenmenin eşiğine geldiğini kim düşünür� ifadesini kullandı.

Bu alanda önceki araştırmalar, bugün 6,6 milyara ulaşan insan nüfusunun 70 bin yıl önce sadece 2 bin kişi olduğunu gösteriyor.

Doğu Afrika�nın 135 bin ila 90 bin yıl önce büyük bir kuraklık dönemi geçirdiğini ve bu iklim koşullarının, birbirinden ayrı gelişen iki küçük gruba böldüğü insan nüfusunda önemli değişikliğe neden olduğunu belirleyen bilim adamları, ilk insanların 100 bin yıl boyunca ayrı yaşadıktan sonra tek bir pan-Afrika nüfusu haline sadece 40 bin yıl önce geldiğini belirtiyor.

National Geographic Society�den Spencer Wells de, bu araştırmanın insan soyunun tarihinin kilit noktalarını otaya çıkarmak için genetiğin olağanüstü gücünü ortaya koyduğunu belirterek, �İlk insanların tüm dünyaya yayılmadan önce soylarının az daha tükenmekte olduğu ve çok zor iklim koşullarından ötürü birbirinden ayrı küçük gruplar halinde yaşadıkları DNA�mızda yazılı� diye konuştu.

İlk insanlar, ortadan yok olmanın eşiğine geldikleri bu karanlık dönemin ardından Afrika kıtasının pek çok bölgesini işgal etmesini sağlayacak biçimde hızla çoğaldıktan sonra, diğer kıtalara yayılmak üzere Afrika�dan göç etti.

Bu dönemin Afrika�da Taş Devrinin sonuna denk geldiğini ve karmaşık bir dil konuşmaya, soyut düşünmeye başlayan modern insanın başlangıcı olduğunu düşünen bilim adamları, ilk insanların Afrika dışına çıkması ve diğer kıtalarda yayılmaya başlamasının, bundan yaklaşık 60 bin yıl önce meydana geldiğini tahmin ediyor.

Araştırma, American Journal of Human Genetics dergisinde yayımlandı.

Japon bilim adamları kaybedilen eşyayı bulmayı sorun olmaktan çıkartan akıllı bir gözlük üretti.

Gördüğü nesneyi tanıyan ve bilgisayar sistemiyle bu bilgiyi kullanıcısına aktaran akıllı gözlükle aranılan eşyayı bulmak için gözlüğü takıp etrafa bakmak yeterli olacak.

Sık sık eşyasını kaybedenler için bir kurtarıcı görevi gören gözlük, bulunduğu mekandaki tüm nesneleri algılayabiliyor.

Tokyo Bilim ve Teknoloji Üniversitesi'nden Prof. Tatsuya Harada, icadın sıradışı bir işlem yeteneğine sahip olduğunu vurguluyor.

Gözlük hafızasına kayıtlı olmasa bile bir nesneyi karşılaştırma yöntemiyle tanımlayabiliyor.

Sistemin duyarlılığı renklere bağlantılı ve bu nedenle değişen doğal ışık nesnelerin tanınabilirliğini olumlu ya da olumsuz anlamda etkileyebiliyor.

İcat üstündeki çalışmalar sürüyor. Şimdiki hedef akıllı gözlüğü doğrutan internetle bağdaştırmak.

Fransızların ünlü Larousse yayınevi

Yayınevi yetkilileri, kendi ansiklopedilerinin �katılım ansiklopedisi wikipedia�dan daha farklı olacağını, Larousse�a makale yazacak kullanıcıların kimliklerinin mutlaka belli olması gerektiğini, bu makalelerin de ancak yazarları tarafından değiştirilebileceğini belirtti.

Larousse yayınevi, ansiklopediye nitelikli katkıda bulunacak internet kullanıcılarını şöhret ve güvenilirliğiyle cezbetmeyi tasarlıyor.

Le Robert yayınları da yılın ikinci yarısında Fransızca sözlüğünü ücret karşılığında internette kullanıma sunacak.

İnternetin bir numaralı araştırma motoru Google da �Knol� adını verdiği internet ansiklopedisini hazırlıyor. Kimliği belli kullanıcıların hazırlayacağı ansiklopediye reklam da alınacak.

Denizli'de açılan UFO Müzesi'nin açıldığı 2005 yılından bu yana 25 bin kişi tarafından ziyaret edildiği bildirildi.

Denizli UFO Müzesi sorumlusu Kemal Kerem Dalyan, yerli ve yabancı bilimadamlarının birikimleriyle oluşturulan müzenin amacının â��insanlığı geleceğe doğru bilgilendirmekâ�� olduğunu söyledi; ziyaretçilerin â��uzaylılarla ilgili bilgilerâ�� almaktan memnun olduğunu belirtti.

Dalyan, â��Müzemizi bugüne kadar yaklaşık 25 bin kişi ziyaret etti. Özellikle halkımızı müzeye bekliyoruz. Çünkü geleceklerine hitap eden bir müze.

Geldikleri zaman kafalarındaki soru işaretleri gidecek ya da bilgi dağarcıklarına daha yeni bilgiler eklemiş olacaklarâ�� diye konuştu.

Ücretsiz olarak gezilebilen müzede, dünyada konuyla ilgili araştırmalar yapan kurum ve kuruluş arşivleri, eski çağlardan bugüne UFO ve dünya dışı varlıklarla ilgili fotoğraflar, belgeler ve resmi raporlar bulunuyor.

ABD hükümetine, UFO iddialarının yeniden araştırılması çağrısı yapıldı.

ABD uzun yıllar sonra tanımlanamayan uçan cisimleri yani UFO'ları konuşuyor. UFO'ları yeniden gündeme getirense eski askeri ve hükümet yetkililerinin UFO iddialarının araştırılması için 1960'larda yürütülen projenin yeniden canlandırılması çağrısında bulunması. Ancak, Hava Kuvvetleri projeye sıcak bakmıyor.

Türk Dil Kurumu (TDK)

ürk Dil Kurumu (TDK), medya çalışanları için "Yabancı Sözlere Karşılıklar Kılavuzu" hazırladı.

Kılavuzda, iletişim araçlarında ve günlük yaşamda sıkça kullanılan yüzlerce yabancı kelimenin Türkçe karşılığı yer alıyor.

TDK Başkanı Prof. Dr. Şükrü Haluk Akalın, bir konferans için geldiği Adana'da, medya çalışanları için bastırılan 50 bin kitapçılığın dağıtımını Anadolu Ajansı Adana Bölge Müdürlüğünde başlattı.

Akalın, her dilde yabancı kökenli sözcükler bulunduğunu, hiçbir dilin saf olmadığını, Türkçenin de başka dillerden söz aldığı gibi onlara sözler verdiğini vurguladı.

Eklemeli bir dil olan Türkçenin diğer dillerin yaşadığı sorunlardan fazlasını yaşadığını belirten Akalın, "Yabancı kökenli sözcüklerin özgün biçimleriyle yazılıp özgün biçimleriyle okunmaları ve Türkçe eklerin de İngilizcedeki özgün söylenişe göre getirilmesi pek çok soruna yol açıyor" dedi.

Akalın, çok fazla yabancı kelime kullanımının zaman içinde o sözlerin Türkçe karşılığının bile unutulmasına yol açtığına dikkati çekerek, "Örneğin, son yıllarda çok sık kullanılan trend sözünün Türkçe'de eğilim, yönelim, yönelme, doğrultu, gelişme yönü, tarz gibi tam 56 karşılığı var" diye konuştu.

Akalın gazetecilerin, kullandıkları Türkçe sözcüklerle topluma örnek olması gerektiğini işaret ederek, "bu düşünceyle hazırladığımız kılavuzda Türkçe karşılığı olmasına karşın medyada en fazla kullanılan yabancı sözcüklere dikkat çekmek istedik. Medya çalışanlarınının duyarlılığı ile hedefimize ulaşacağımızı düşünüyorum" dedi.

Hazırladıkları kılavuzda kısıltma işaretlerine de yer verdiklerini belirten Akalın, şöyle konuştu:

"TDK'nın kuruluşundan bu yana yürüttüğü yabancı kökenli terimlere karşılık bulma çalışmasının sonucunda ortaya konulan 87 bilim dalındaki yaklaşık 190 bin terim TDK'nin
http://tdk.org.tr adresindeki Bilim ve Sanat Terimleri Ana Sözlüğü'nde yar alıyor.

Gerek bu kılavuzda, gerek sanal ortamdaki ana sözlükte yer alan karşılıkların kullanılarak yaygınlaştırılması bir yandan Türkçe'nin söz varlığının yabancılaştırılmasının önüne geçeceği gibi diğer yandan da Türkçe'nin geliştirilmesi, zenginleştirilmesi çalışmalarına da yardımcı olacak."

Akalın, kılavuzda yer almayan ancak, yazı dilimize girme eğilimindeki yabancı kökenli sözleri, katkitdk.org.tr adresine duyarlı herkesin bildirmesini isteyerek, "Aynı e-posta adresine gönderilecek eleştiriler de çalışmalarımıza ışık tutacak" dedi.

Kılavuzdan örnekler

Bu arada kılavuzda, basketbola "sepet topu", voleybola "uçan top", avansa "öndelik", banknota "kağıt para", asparagasa "uydurma", aspiratöre "emmeç", fabrikaya "üretimevi", zappinge "geçgeç", etiğe "töre bilimi" denilmesi öngörülüyor.

Kılavuza göre, iletişim araçlarında sıkça kullanılan ve Türkçe karşılığı bulunan diğer yabancı sözcüklerden bazıları şöyle:

Afiş "ası", ajanda "andaç", aktivite "etkinlik", aktüel "güncel", amblem "belirtke", ambulans "cankurtaran", amortisman "yıpranma payı", anarşi "kargaşa", arşiv "belgelik", atölye "işlik", türbülans "burgaç", badminton "tüytop", baypas "köprüleme", otizm "içeyöneliklik, ipotek "tutu", fuel oil "yağ yakıt", garanti "güvence", depozito "güvence akçesi", fitness "sağlıklı yaşam", finanse "akçalanmış", first lady "başbayan", CD "yoğun disk", terörist "yıldırıcı", idealist "ülkücü".

Sakarya Üniversitesi (SAÜ)

SAÜ Kültür ve Kongre Merkezi'nde düzenlenen törene, Sakarya Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Duran, İl Emniyet Müdürü Faruk Ünsal, İl Jandarma Komutanı Albay Ramazan Akça, Adapazarı Merkez Belediye Başkanı Süleyman Dişli, Sakarya Cumhuriyet Başsavcısı Ferhat Kapıcı, Sakarya Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mehmet Durman, akademisyenler ve Sakarya Üniversitesi İleri Teknolojiler Uygulama Merkezi (SAİTEM) öğrencileri ile çok sayıda davetli katıldı.

Törenin açılışında Sakarya Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mehmet Durman ile SAHIMO MEKANO projesi sorumlularından Ersin Arslan ve Barış Akyüz birer konuşma yaptı.

Rektör Prof. Dr. Mehmet Durman, bu projede görev yapan öğrencilerin kısıtlı imkanlarla çok büyük başarılara imza attığı belirterek, "Onlarla gurur duyuyoruz ve Fransa'da yapılacak yarıştan da yine başarıyla dönmelerini bekliyoruz" dedi.

Konuşmaların ardından sahnede bulunan SAHIMO MEKANO'nun üzerindeki örtü alkışlar arasında kaldırıldı, davetlilere tanıtıldı.

SAHIMO MEKANO

SAHIMO MEKANO, Sakarya Üniversitesi İleri Teknolojiler Uygulama Merkezi ekibi tarafından üretildi.

Yarışmaya 'Şehir Arabaları' sınıfında katılacak olan araç, ülkemize 'Teknik, Tasarım ve Eco Tasarım alanlarında ödül getirmesi için tasarlandı.

Tasarım ve üretimi, ticari araçlarınkiyle aynı olan SAHIMO'ya proje bünyesinde maddi, manevi desteklerinden dolayı sponsor MEKANO'nun ismi eklendi.

Birçok yeniliği bünyesinde barındıran SAHIMO MEKANO, 110 bin dolara mal oldu. Aracın yapımında karbonfiber ve cam elyaf kullanılarak hafif ve dayanıklı olması sağlandı.

Böylece Türkiye'de de ilk kez karbonfiber jant üretilmiş oldu. Kabuk ve mekanikte yüzde 80 kompozit kullanıldı.

Gelişmiş haberleşme sistemiyle aracın motor, yakıt pili, hidrojen tüpleri, hız, pisteki yeri gibi bütün bilgilerinin pit ve sürücü lcd ekranında görülmesi sağlandı.

Shell Eco Marathon nedir?

İlk olarak 1939 yılında Shell laboratuvarlarında yapılan çalışmalarda, araçların nasıl daha az yakıtla, daha uzun mesafeler katedeceği araştırılmaya başlandı.

Daha sonraki yıllar için öncülük teşkil eden bu araştırmalar, ilerleyen senelerde laboratuar çalışmalarının dışına çıkarak, bu konuda ilgisi olanların kendi araştırma ve geliştirmeleriyle katılabildikleri bir yarışma haline getirildi.

İlk yarışma 1985 yılında, 20 Avrupa ülkesinden, binlerce genç mühendis ve bilim adamının katılımıyla Fransa da gerçekleşti. Yarışın amacı Shell'in 1939'da başlattığı çalışmalara paralel olarak, en az yakıtla en çok mesafeyi gitmek olarak belirlendi.

TÜBİTAK Yaz Bilim Kampı, ilköğretim 5. sınıfı bitiren genç bilim meraklılarını ağırlamaya hazırlanıyor.

Öğrencileri bilimin güleryüzüyle tanıştırmayı hedefleyen TÜBİTAK, bu yılki kampını Gebze�de bulunan Türkiye Sanayi Sevk ve İdare Enstitüsü�nde (TÜSSİDE) gerçekleştirecek. 6 dönem halinde yapılacak kampın ilk dönemi 29 Haziran�da başlıyor.

TÜBİTAK Yaz Bilim Kampı 2006 yılından beri ilköğretim 5. sınıftan 6. sınıfa geçen ilköğretim öğrencilerinin katılımıyla Gebze�de yapılıyor. �Bilim her yerde� sloganıyla yola çıkan TÜBİTAK Yaz Bilim Kampı, katılımcılarına bilimsel gerçeklerin ve kavramların günlük hayatla ne kadar ilişkili olduğunu ve bilimle uğraşmanın zevkli ve eğlenceli olabileceğini göstermeyi amaçlıyor.

Kampa, bu yıl ilköğretim 5. sınıfında okuyan ve �Bilim Çocuk Dergisi�ne abone olan öğrenciler başvurabiliyor. Daha önce abone olmayan okurlar da son başvuru tarihinden önce abone olmaları durumunda başvuru yapabiliyorlar.

Kampa başvuru yapmak isteyenlerin derginin mart ve nisan sayılarında yer alan Yaz Bilim Kampı yazısını dikkatlice okumaları, yazıda yer alan ön başvuru formunu eksiksiz ve doğru şekilde doldurmaları ve en geç 20 Mayısa kadar ilgili adrese ulaştırmaları gerekiyor.

TÜBİTAK Yaz Bilim Kampı, bu yıl da TÜBİTAK�ın bir enstitüsü olan TÜSSİDE�de yapılacak. TÜSSİDE, Kocaeli Gebze�de, TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi (MAM) yerleşkesinde bulunuyor.

Kampın her bir dönemi 7 gün sürecek, katılımcılar bu süre boyunca TÜSSİDE�de konaklayacak. TÜBİTAK Yaz Bilim Kampının birinci dönemi 29 Haziran-5 Temmuz, 6. ve son dönemi ise 17-23 Ağustos günleri arasında gerçekleştirilecek.

Kampa katılacaklar, 21 Mayıs 2008 tarihinde TÜBİTAK Başkanlık binasında noter huzurunda çekilecek kurayla belirlenecek. Kampa katılma hakkı kazanan başvuru sahipleri 50 YTL katılım payı ödeyecek ve kendilerinden istenen dokümanları TÜBİTAK�a ulaştıracaklar.

KAMPTA NELER VAR?

TÜBİTAK Yaz Bilim Kampı�nda bilimin çeşitli dallarıyla ilgili eğlenceli etkinlikler içeren atölye çalışmaları yer alıyor.
Bu atölye çalışmalarının bir kısmı TÜBİTAK�ın Marmara Araştırma Merkezi yerleşkesinde yer alan araştırma enstitülerinde, bu enstitülerde araştırma yapan bilim insanlarının katılımıyla gerçekleşiyor. Kamp süresince katılımcılar serbest saatlerde diledikleri gibi oyunlar oynayabiliyor, spor ya da sanat etkinliklerine katılabiliyorlar.

ODTÜ'lü araştırmacılar.

ODTÜ Fizik Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Raşit Turan, ODTÜ�deki araştırmacı ekibi ile yürüttükleri proje hakkında bilgi verdi. Turan, güneşin her yıl dünyaya 120 bin TerraWh enerji gönderdiğini, bu miktarın bugün dünyada harcanan yıllık enerjinin binlerce katı olduğunu ifade etti. Turan, �İnsanlığın ihtiyacı olan enerjinin tamamından çok daha fazlasını güneş cömertçe sağladığı halde bu enerjinin çok küçük bir bölümü kullanılmaktadır� diye konuştu.

İklim değişikliğine neden olan karbondioksit salınımının en önemli nedeninin fosil yakıtların kullanımı olduğunu anlatan Turan, bu nedenle son yıllarda güneş enerjisi kullanımının büyük bir önem kazandığını vurguladı.

Güneş enerjisi teknolojilerinin, güneşten gelen enerjiyi elektrik enerjisine çevirdiğini ve bu esnada çevreyi de kirletmediğini dile getiren Turan, dünyanın her yerinde, özellikle yoksul güney ülkelerinde bol olan güneş enerjisinin, insanlığın ve dünyanın geleceğinde önemli rol oynayacağının açık olduğunu belirtti.

Türkiye�nin de büyük bir güneş enerjisi potansiyeline sahip olduğuna işaret eden Turan, Türkiye�de güneşten elektrik enerjisi elde etmenin maliyetinin Almanya�daki maliyetin yarısından az olduğu bilgisini verdi.

Türkiye�nin enerji gereksiniminin yüzde 70�ten fazlasını ithal ettiğini anımsatan Turan, güneş enerjisinin Türkiye�nin enerji bağımsızlığını kazanması için sahip olduğu en önemli seçeneklerden biri olduğunu kaydetti.

Avustralyalı öğretmen

Okyanusa kıyısı olan Avustralya�da köpek balığı saldırılarına sık rastlanıyor. Genellikle sörfçüleri tehdit eden köpekbalıkları geçen yıl 12 kişinin yaralanmasına neden oldu.

Bu saldırıların küçük bir bölümü ölümle, geri kalanıysa kurbanın kolu ya da bacağına mal olacak şekilde sonuçlanıyor. Ancak bu kez farklı birşey oldu.

Yüzdüğü sırada bir beyaz köpekbalığıyla karşılaşan 37 yaşındaki öğretmen Jason Cull, köpekbalığının dişlerinin arasından soğukkanlılıkla kurtulmayı başardı:
�Bana doğru gelen gri birşey gördüm. Doğrudan bana geliyordu. Önce yunus olabileceğini düşündüm. Ama bir yunustan daha büyüktü. Sonra suyun altına doğru beni çektiğini hatırlıyorum. Elimle onu hissedince gözlerinin olduğu yeri buldum ve gözüne parmaklarımı soktum. O zaman dişlerini bencen ayırdı.�

Cull, çığlıklarını duyan bir can kurtaran tarafından kıyıya çekilerek kurtarıldı.

Köpekbalıklarının koruma altında olduğu Avustralya�da uzmanlar, köpekbalıklarının sörf yapan ya da yüzen kişilere meraktan saldırdıklarını, aslında insanları hedef almadıklarını söylüyor.

Polenezyalı Bilimciler

Lehçe �przepraszam� (özür dilerim) veya �kurczaczek� (civciv) gibi kelimeleri telaffuz etmek 12 aylık bebek için çok zor, ancak işaret dilinde uzman dilbilimci Danuta Mikulska�ya göre bebeğin halihazırda bazı hareketleri yapabilecek elleri var.

�Bebeğin konuşabilmesi için dişlere, yeterince gelişmiş kas ve ses tellerine ihtiyacı vardır. Buna karşılık, bebek bazı hareketleri yapabilecek ellere zaten sahiptir� diyen Danuta Mikulska ve iki akrabasının Varşova�da kurduğu merkezde, işitme engelli olmayan anneler ve bebekleri eğitim görüyor.

Bir saatlik eğitici oyunların oynandığı derslerde söylenen şarkı, okunan şiir ve yapılan alıştırmalarda söz, sistemli olarak sağır ve dilsizlerin kullandığı işaret dilindeki el hareketleriyle pekiştiriliyor.

Bu şekilde çocuk ile ebeveynler arasındaki ilişkinin ve hafızanın güçlendiğini, zekanın geliştiğini, bebeğin ellerini kullanma, konsantrasyon yeteneğinin artığını ve hayal gücünün zenginleştiğini belirten dilbilimciler, yöntemin ayrıca bebeğin konuşmaya, okumaya, yazmaya ve sayı saymaya daha çabuk başlayabilmesine yardımcı olduğunu söyledi.

Mikulska, �Ev işaretinin ev anlamına geldiğini öğrenince kavramsal iş tamamlanıyor. Konuşabilecek kadar büyüyünce, bebeğin bu işlemi kafasında tekrar yapması gerekmiyor� dedi.

2005�ten bu yana sağır olmayan çocuklarla işaret dili konusunda çalışan Mikulska, aynı zamanda, Polonya�da da işaret dilinin resmen tanınması için mücadele veren uzman grubunun bir üyesi.

Henri Poincare

19. yüzyılın ikinci yarısının en büyük Fransız matematikçisi Poincarè'dir (1854-1912). 1881 yılından ölümüne değin Sorbonne Üniversitesi'nde profesörlük yapan Poincarè, her yıl çok değişik konularda çok parlak dersler vermiştir; bunlar arasında, potansiyel kuramı, ışık, elektrik, ısının iletilmesi, elektromagnetizma, hidrodinamik, gök mekaniği, termodinamik gibi matematiksel fizik konuları ile olasılık teorisi gibi matematik konuları bulunmaktadır.

Poincarè vermiş olduğu derslerin yanısıra, yazmış olduğu çok sayıdaki yapıtla da etkili olmuştur. Türkçe'ye de çevrilen Bilimin Değeri ve Bilim ve Varsayım gibi bilim felsefesiyle ilgili kitapları bunlardan sadece birkaçıdır. Ayrıca otomorfik ve Fuchs fonksiyonları, diferansiyel denklemler, topoloji ve matematiğin temelleri hakkında makaleler yayımlamış, diferansiyel denklemlerin çözümü için genel bir yöntem bulmuştur. Matematiğin temelleriyle ilgili olarak, matematiksel düşünmenin gerçek aracının matematiksel indüksiyon olduğunu düşünmüş ve bu yöntemin sezgisel olarak daha basit bir yönteme indirgenebileceğine ihtimal vermemiştir.

Poincarè gök mekaniğiyle de ilgilenmiş, özellikle Üç Cisim Problemi üzerinde durmuştur. Bu alanla ilgili olan ıraksak serileri incelemiş, Asimptot Açılımları Kuramını geliştirmiş, yörüngelerin düzenliliği ve gök cisimlerinin biçimleri gibi konularla ilgilenmiştir. Aynı konular Laplace'ın da ilgi alanı içine girmektedir; ancak Poincarè her yönüyle özgündür. Görelilik, kozmogoni, olasılık ve topolojiyle ilgili modern kuramların hepsi Poincare'nin araştırmalarından oldukça etkilenmiştir.

James Clerk Maxwell

1831 -1879) Dünya tarihi bir bakıma büyük insanların tarihidir. Bilim tarihine de öyle bakabiliriz. Galileo, Newton, Darwin, Einstein... "bilim" dediğimiz görkemli yapının büyük mimarları! Adı bilim çevreleri dışında pek duyulmayan J. C. Maxwell'in de onlar arasında yer aldığı söylenebilir.

Maxwell için 19. yüzyılın en büyük fizikçisi denmektedir. Aslında onu tüm çağların sayılı bilim adamlarından biri saymak daha yerinde olur. Maxwell kısa süren yaşamında her biri onu unutulmaz yapan önemli buluşlar ortaya koydu. Radyo, radar, televizyon vb. icatlara yol açan elektromanyetik ve ışık alanlarındaki devrimsel atılımlarının yanı sıra, renk bileşimleri ile Satürn gezegeninin halkaları üzerindeki açıklamaları, gazların kinetik teorisi ile enerji korunum ilişkisi konularındaki katkıları... çalışmaları arasında başlıcalarıdır.

Daha ondört yaşında iken, yetkin elips çizme yöntemine ilişkin matematiksel buluşu Edinburg Kraliyet Akademisinde görüşülerek ödüllendirilmişti.

Maxwell, Faraday'ın "elektromanyetik indüksiyonu" diye bilinen buluşunu ortaya koyduğu yıl dünyaya gelir. Bu ilginç rastlantının sonraki gelişmelerle nasıl bir anlam kazandığını göreceğiz. Seçkin bir ailenin olanakları içinde büyüyen çocuk, yaşamının ilk yıllarında bile kendine özgü ilgileri ve bağımsız düşünebilme yeteneğiyle dikkat çekmekteydi.

Annesi kız kardeşine yazdığı bir mektupta iki yaşındaki oğlundan övgüyle söz eder: "Çok canlı, mutlu bir çocuk. ...En çok kapı, kilit, anahtar, zil gibi şeyler merakını çekmekte. Ağzından hiç eksik olmayan sorusu, 'Anne, nasıl bir şeydir bu, göster bana.' Bir başka merakı da, kırlarda dolaştığımızda suların akışını, derelerin çizdiği yolları izlemek!"

"Mutlu çocuk" yedi yaşında iken annesini yitirmenin mutsuzluğunu yaşar; ama öğrenme, araştırma tutkusuyla yeni ufuklara açılmaktan hiç bir zaman geri kalmaz. Son derece duyarlı ve aydın bir kişiliği olan babası, giydiği elbiseden oturduğu evine dek kullandığı hemen her şeyi kendi elleriyle yapan "garip" bir insandı. Öyle ki, oğlu sekiz yaşında okula başladığında, babasının özenle hazırladığı gösterişli giysi içinde bir süre okul arkadaşlarının alay konusu olmuştu. Maxwell'in yaşam boyu süren çekingenlik ve dil tutukluğunda, belki de küçük yaşında başından geçen bu olayın etkisi olmuştur.

Maxwell'in başarısını üstün yetenek ve sezgi gücüne borçlu olduğu yadsınamaz; ama, bilimsel ilgilerinin gelişmesinde babasının payı büyüktür. Baba üyesi olduğu Edinburg Kraliyet Akademisinin toplantılarına oğluyla birlikte katılıyordu. Bu arada çocuk gene babasının sağladığı olanakla her fırsatta Edinburg Gözlemevi'ne uğrayarak gezegen ve yıldızların devinimlerini izlemekteydi. Bu gözlemlerin ilerde Satürn gezegeninin halkaları üzerindeki ödüllendirilen matematiksel çalışmasına zemin hazırladığı söylenebilir.

Bilim tarihinde 19. yüzyılın ilk yarısı özellikle elektrik, manyetizma ve ışık konularındaki çalışmaların ön plana çıktığı bir dönemdir. Işığın dalgalar biçiminde ilerlediği görüşü yaygınlık kazanmış; ayrıca, kristal aracılığıyla istenen yönde kutuplaştırabileceği deneysel olarak gösterilmişti. Ne var ki, elektrik, manyetizma ve ışık arasındaki bağıntı henüz yeterince bilinmediğinden bu olaylar bağımsız araştırma konuları olarak ele alınmaktaydı. Maxwell'in 1850'de bu olayların ilişkilerini belirlemesiyle fizikte bir bakıma Newton'unki çapında yeni bir devrimin temeli atılmış oldu.

Newton'un gravitasyon kuramı, evreni mekanik bir modele indirgeyerek açıklıyordu. Bu modelde, değişik büyüklükteki kütlesel nesnelerin, elektrik yükleri gibi, biribirini etkilediği temel varsayımdı. Faraday bir adım ileri giderek elektrik yüklerinin yalnız biribirini değil çevrelerini de etkilediği görüşüne ulaşır, "elektromanyetik güç alanı" dediği yeni bir kavram oluşturur. Ona göre bu alan uzayda diğer fiziksel nesnelerden bağımsız, kendine özgü bir gerçeklikti.

Değişen manyetik alanın bir iletkende elektrik ürettiğini saptayan Faraday, bu olayı "elektromanyetik indüksiyon" diye nitelemişti. Faraday'ın deneysel buluşlarıyla bir tür büyülenmiş olan Maxwell, daha ileri giderek, söz konusu etkinin yalnız iletkende değil, uzayda da oluştuğunu; üstelik, değişen elektrik alanın da manyetizma ürettiğini gösterir. 1873'de yayımlanan Elektrik ve Manyetizma Üzerine inceleme adlı kitabında ortaya koyduğu denklemlerden, elektrik ve manyetik etkilerin uzayda ışık hızıyla yol aldığı sonucu da çıkmaktaydı.

Işığın yapı ve niteliği bilim adamları için sürgit bir "bilmece" konusu olmuştu. Işık kimine göre dalgasal nitelikteydi, kimine göre parçacıklardan oluşmuştu. Maxwell ise ışığı uzayda dalgasal ilerleyen hızlı titreşimli bir elektro-manyetik alan diye niteliyordu. Her biri değişik titreşim frekansıyla ilerleyen değişik renklerin oluşturduğu ışık, ona göre, elektromanyetik titreşimler skalasında yer alan olaylardan yalnızca biri olmalıydı. Işığın yanı sıra başka elektromanyetik radyasyon formlarının varlığı da araştırılmalıydı.

Maxwell'in kuramsal olarak varsaydığı olaylar ölümünden az sonra deneysel olarak belirlenir. Hertz'in düşük frekanslı radyo dalgaları ile Röntgen'in yüksek frekanslı X-ışınları Maxwell'in öndeyişini doğrulayan bulgulardır. Şimdi bildiğimiz gibi, radyasyon spektrumundaki dalga sıralaması, bir uçta, radyo dalgalarından; öbür uçta, gama ışınlarına uzanan mikro-dalga, kızıl-altı, ışık, ultra-violet, X-ışınları gibi titreşim frekansı giderek yükselen formları içermektedir.

Maxwell de Faraday gibi evreni dolduran son derece ince ve esnek bir ortamı varsayıyordu. Daha sonra vazgeçilen yerleşik görüşe göre elektromanyetik etkilerin dalgasal yayılımı ancak "esir" denen öyle bir ortamla olasıydı. Elektromanyetik dalgaları ilk sezinleyen Faraday olmuştur. Ancak ışığın tüm özelliklerim bu dalgalarla açıklayan matematiksel kuramı Maxwell'e borçluyuz.

Maxwell'in bu amaçla formüle ettiği "vektör analizi" diye bilinen matematiksel teknik ile çok sayıda olayı kapsayan ve şimdi "Maxwell denklemleri" diye geçen dört denklem modern elektromanyetik kuramın özünü oluşturur. Bu denklemler, kuantum ve relativite teorileriyle dalga mekaniğini gerektirmeyen olgular için bugün de geçerliğini sürdürmektedir.

Başlangıçta, Maxwell'in getirdiği kuramsal açıklamalara karşı çıkıldığını biliyoruz. Bir kez, denklemlerine dayalı öndeyileri olgusal olarak henüz yoklanıp doğrulanmamıştı. Sonra kuramı, ışığa özgü yansıma ve kırılma olaylarını açıklamada yetersiz görülüyordu. Ne var ki, bu yetersizlikler çok geçmeden aşılır, elektromanyetik kuram açıklama gücü ve doğrulanan öndeyileriyle yerleşik bir teori, bir "paradigma" konumu kazanır.

Maxwell'in başarısı ne denli vurgulansa yeridir. Temelde kuramsal olan çalışması daha sonra yol açtığı uygulamalı gelişmelerle göz kamaştırıcı bir önem kazanır. Maxwell bilim tarihinde sayılı devler arasında yer almışsa, bunu çıkar gözetmeyen katıksız entellektüel çabasıyla gerçekleştirmiştir.

Faraday içine doğduğu olumsuzlukları, öğrenme merakının sağladığı direnç ve uğraşla aşarak bilimin öncüleri arasına katılmıştı. Maxwell ise içine doğduğu varlığın çekici rehavetine düşmeksizin, bilimin uzun ve yoğun uğraş gerektiren çetin yolunda kendini yüceltti.

Ktesibios

(M.Ö. 285-222) Bu Yunanlı fizikçi de uzun yıllar İskenderiye'de yaşadı ve su saatini bu kentte icat etti. Ktesibios'nun su saati, içine belli bir ritimle su dolan bir depodan oluşuyordu, Depoya su doldukça, içindeki duba yükseliyordu. Dubanın ucundaki iğne ise, bir silindirin üzerine bu yükselmeyi işaretliyordu.

Ktesibios, ayrıca çok sayıda borudan oluşan, pompalı bir körükle çalışan ve klavye ile çalınan bir müzik aleti de icat etmişti. Suyun havayı sıkıştırmadaki rolü nedeniyle bu alete "su orgu" adını vermişti.

Johannes Kepler

(1571-1630) Newton, "Daha ileriyi görebildiysem, bunu omuzlarından baktığım devlere borçluyum," demişti. Bu devlerden biri Galileo ise diğeri Kepler'dir.

Kepler'e gelinceye dek Copernicus sistemine dayanaksız bir hipotez, ya da, işe yarar matematiksel bir araç gözüyle bakılıyordu. Kepler, sistemin kimi düzeltmelerle bilimsel doğruluğunu kanıtlamakla kalmadı, astronomiye mekanik bir kimlik kazandırdı.

Gençlik coşkusuyla işe koyulduğunda amacı mistik inancı doğrultusunda, "göksel alemin müzikal uyumunu" geometrik olarak belirlemekti; çalışmasını noktaladığında, astronomi matematiksel düzenlemenin ötesinde fiziksel bir gerçeklik kazanmıştı. Ders kitaplarında daha çok üç yasasıyla bilinen Kepler, uzay fiziğinde sonraki kimi önemli buluşların ipuçlarını da ortaya koymuştu. Bunların başında eylemsizlik ilkesiyle çekim kavramı gösterilebilir.

Johannes Kepler güney Almanya'da Weil kentinde dünyaya geldi. Dört yaşında geçirdiği ağır çiçek hastalığı görme duyumunu zayıflatmış, ellerinde sakatlığa yol açmıştı. Macera arayan sarhoş bir baba ile akıl dengesi bozuk bir annenin çocuğu olmasına karşın, Kepler'in öğrencilik yılları parlak geçer. Ruhsal güvensizlik içinde büyüyen Kepler, önce teolojiye yönelir; ancak üniversite öğreniminde bilim ve matematiğin büyüleyici etkisinde kalır; sonunda Copernicus sistemini benimsemekle kalmaz, sistemin doğruluğunu ispatlamak tutkusu içine girer.

Daha yirmiüç yaşında iken Graz Üniversitesi'nin çağrısını kabul ederek astronomi profesörü, ardından kraliyet matematikçisi görevlerini yüklenir. Ne var ki, rahat bir çalışma ortamı bulduğu Graz'da kalması fazla sürmez; dinsel çekişmede yenik düşen protestan azınlıkla birlikte kenti terk etmek zorunda kalır.

Kepler işsiz kalmıştır, ama bu ona meslek yaşamının belki de en büyük şans kapısını açar: ötedenberi çalışmalarına hayranlık duyduğu Danimarka'lı ünlü astronom Tycho Brahe'nin asistanı olur. Gerçi kişilik yönünden ustası ile uyum kurması kolay olmayacaktı; üstelik Tycho tanrısal düzene aykırı saydığı güneş-merkezli sisteme karşıydı. Ona göre gezegenler güneşin, güneş de dünyanın çevresinde dönmekteydi. Ne ki, çok geçmeden usta yaşamını yitirir (1601); gözlemeviyle birlikte yılların yoğun emeğiyle toplanmış son derece güvenilir gözlem ve ölçme verilerine Kepler sahip çıkar.

Kepler'in resmi görevi astroloji almanakları hazırlamaktı. Zaten yetersiz olan maaşı çoğu kez ödenmiyordu bile. Soyluların yıldız falına bakarak geçimini sağlıyordu. Astronomlar için ek kazanç kaynağı gözüyle bakıp bir bakıma küçümsediği astrolojiye inanmadığı da kolayca söylenemez.

Yukarda da belirttiğimiz gibi, Kepler'in amacı "göksel mimarlık" dediği düzende aradığı matematik uyumu kurmaktı. Graz'dan ayrılmadan önce yayımlanan Göksel Gizem adlı kitabında, gezegenlerin devinimlerini geometrik çizgi ve eğrilerle belirleme yoluna gitmiş, o zaman bilinen altı gezegene ait yörüngelerin, belli bir sıra içinde içice yerleştirilen beş düzgün geometrik nesnenin oluşturduğu altı aralığa denk düştüğünü ispata çalışmıştı ("Yetkin nesne" denen bu çok yüzlü cisimler şunlardır:

(1) dört eşkenar üçgen yüzlü (piramit),
(2) altı kare yüzlü (küp),
(3) sekiz eşkenar üçgen yüzlü,
(4) oniki eşkenar beşgen yüzlü,
(5) yirmi eşkenar üçgen yüzlü.

Bilindiği gibi iki boyutlu düzlemde istenilen sayıda çokgen şekil çizilebilir; oysa üç boyutlu uzayda yalnızca sıraladığımız bu beş çok yüzlü düzgün nesne oluşturulabilir). Antik çağdan beri bilinen bu beş nesnenin gizemli bir niteliği olduğu inancı pek de yersiz değildi. Gerçekten, yetkin simetrik olan bu nesnelerin her biri tüm köşelerinin dokunduğu bir küre içine yerleştirilebilir. Aynı şekilde, her biri tüm yüzlerinin orta noktasına dokunan bir daireyi çevreleyebilir.

Örneğin, Satürn yörüngesini içeren küreye bir küp yerleştirilecek olsa Jüpiter'in küresi bu küpün içine; ya da, Jüpiter'in küresine bir piramit (dört eşkenar üçgen yüzlü nesne) yerleştirilecek olsa Mars'ın küresi bu piramitin içine tıpatıp uyacaktır. Aynı düzenleme geriye kalan gezegen yörüngeleriyle çok yüzlü düzgün nesnelerle de gerçekleşmektedir. Kepler en büyük coşkusunu bu düzenlemeye yönelik araştırmasında yaşamıştır.

Düzgün geometrik nesnelerle gezegen yörüngeleri arasında varsayılan ilişki olgusal temelden yoksundu kuşkusuz; ama, gezegenlere ait yörünge büyüklükleri arasında bir tür korelasyon olduğu düşüncesinde bir gerçek payı vardı. Nitekim Kepler'in yirmi yıl sonra formüle ettiği üçüncü yasası bu düşünceden kaynaklanmıştır.

Tycho'nun gözlemevine yerleşen kepler, gençliğinin çoğu akıl-dışı saplantılarından tümüyle kurtulmazsa da, giderek daha olgun, olgusal verilere daha bağlı bir kimlik kazanır. Tycho'nun ona verdiği görev gezegen yörüngelerini belirlemeye yönelikti; incelemeye koyulduğu ilk yörünge de beklentiye en çok aykırı düşen Mars'ın gözlemlenen yörüngesiydi.

Kepler, yoğun bir uğraşa karşın yıllarca, gözlem verileriyle uyum kurmaya çalıştığı çembersel yörünge arasındaki farkı gideremedi. Bu demekti ki, çembersel yörünge beklentisinde bir yanlışlık olmalıydı. Ne var ki, göksel düzeyde yetkinlik arayışı içinde olan Kepler bu olasılığı bir türlü içine sindiremiyordu. Çembersel olmayan bir yörünge (ki, Kepler için bu bir "pislik"ti) nasıl düşünülebilirdi? Ama olgular da bir yana itilemezdi!

Bu tür açmazların etkisinde Kepler zamanla astronomide geometrik uyum arayışından fiziksel etki arayışına girer. Copernicus için güneşin merkez konumu salt matematiksel bir belirlemeydi; oysa Kepler buna fiziksel bir gerçeklik tanıma gereğini duymaya başlar. Tüm gezegen yörünge düzlemlerinin güneşin merkezinden geçmesi olayı, bu yönelişi doğrulayıcı nitelikteydi. Mars'ın yörüngesi üzerindeki çalışması bir olguyu daha gün ışığına çıkarmıştı: gezegenin yörüngesi üzerindeki hızının değişik noktalarda değişik olduğu gerçeği.

Öyle ki, gezegenin güneşe yaklaştığında hızı artmakta, uzaklaştığında hızı azalmaktaydı. Kepler bu ilişkiyi ikinci yasasında şöyle dile getirir: güneş ile gezegen arasındaki yarıçap vektörü yörünge düzleminde eşit zamanlarda eşit alanlar süpürür. Yaptığı tüm ölçmelerin doğruladığı bu ilişki de çembersel yörünge beklentisiyle bağdaşmamaktaydı.

Kepler ister istemez başka bir yörünge biçimine yönelmek zorundaydı. Gözlemler yörüngenin elips biçiminde olduğunu ortaya koyuyordu. Mars'ın yörüngesine ilişkin bu buluşunu Kepler daha sonra birinci yasası olarak tüm gezegenler için genelleme yoluna gider: Her gezegen, bir odağında güneşin yer aldığı bir elips çizerek devinir.

Kepler ilk iki yasasını, 1609'da yayımlanan Yeni Astronomi adlı kitabında ortaya koymuştu. Üçüncü yasasını aradan dokuz yıl geçtikten sonra oluşturur: Bir gezegenin yörüngesini tamamlamada geçirdiği sürenin karesi, güneşe olan ortalama uzaklığının küpüyle orantılıdır. Buna göre, gezegenin periyodik süresini T ile, yörüngesinin ortalama yarı çapım r ile gösterirsek, oranı tüm gezegenler için aynıdır. "Harmonik yasa" diye bilinen bu ilişki, yörüngelerini tamamlama süresi bakımından gezegenlerin mukayesesine olanak vermektedir.

Daha da önemlisi, ilişkinin ilerde Newton'un formüle ettiği yerçekimi yasasına sağladığı ipucudur. Oysa Kepler bu son buluşuna, gençlik yıllarından beri arayışı içinde olduğu "küreler uyumunun" formülü gözüyle bakıyordu. Uyumsuz bir evrenin onun için bir anlamı yoktu. Güneş gezegenleri yönetme gücüne sahipse, göksel devinimlerin formülünde dile gelen türden bir ilişki içermesi gerekirdi.

Kepler'in gerçeği bulma yolunda verdiği çabanın bir benzerini bilim tarihinde göstermek güçtür. Şu sözlerinde derin araştırma tutkusu az da olsa yansımaktadır: "Çalışmamın karmaşık görünen sonuçlarını izlemede zorlanıyorsanız, bana kızmayınız; çektiğim sıkıntılar için bana acıyınız. Sunduğum her sonuca yüzlerce kez yinelediğim sınama ve hesaplamalarla ulaştım. Sadece Mars'ın yörüngesini belirlemem beş yılımı aldı."

Copernicus gibi Kepler de Pythagoras'dan kaynaklanan sayı mistisizminin etkisindeydi. Evrenin geometrik bir düzenlemeyle kurulduğu inancını hiç bir zaman yitirmedi. Onun gözünde güneş tanrısal bir güçtü. Güneş sisteminde yalnızca altı gezegenin bulunmasına (Uranüs, Neptün ve Plüton henüz bilinmiyordu) koşut olarak geometride yalnızca beş düzgün çok yüzlü nesneye olanak olması rastlantı değil, merak konusu bir gizemdi. Astronominin temelini oluşturan üç yasası bu gizemin büyüsünde ömür boyu sürdürdüğü çalışmanın bir bakıma yan ürünüdür.

Kepler'in kendisi gibi dönemin bilim çevrelerinin de (bu arada Galileo'nun) bu yasaları yeterince önemsediği söylenemez. Newton'un bir başarısı da, Kepler'in kitaplarında adeta gömülü kalan bu yasaların gerçek önemini kavramış olmasıdır.

Kepler asıl hayal ettiği şeyi (göksel kürelerin müzikal uyumunu) belki gerçekleştiremedi; ama gerçekleştirdiği şey ona bilim tarihinde "Astronominin Prensi" unvanını kazandırmaya yetti.

İbni Sina

Felsefe, matematik, astronomi, fizik, kimya, tıp ve müzik gibi bilgi ve becerinin çeşitli alanlarında seçkinleşmiş olan, İbn-i Sinâ (980-1037), matematik alanında matematiksel terimlerin tanımları; astronomi alanında ise duyarlı gözlemlerin yapılması konularıyla ilgilenmiştir.

Astroloji ve simyaya itibar etmemiş, Dönüşüm Kuramı'nın doğru olup olmadığını yapmış olduğu deneylerle araştırmış ve doğru olmadığı sonucuna ulaşmıştır. İbn-i Sinâ'ya göre, her element sadece kendisine özgü niteliklere sahiptir ve dolayısıyla daha değersiz metallerden altın ve gümüş gibi daha değerli metallerin elde edilmesi mümkün değildir.

İbn-i Sinâ, mekanikle de ilgilenmiş ve bazı yönlerden Aristoteles'in hareket anlayışını eleştirmiştir. Aristoteles, cismi hareket ettiren kuvvet ile cisim arasındaki temas ortadan kalktığında, cismin hareketini sürdürmesini sağlayan etmenin ortam, yani hava olduğunu söylüyor ve havaya, biri cisme direnme ve diğeri cismi taşıma olmak üzere birbiriyle bağdaşmayacak iki görev yüklüyordu.

İbn-i Sinâ, bu çelişik durumu görmüş, yapmış olduğu gözlemler sırasında hava ile rüzgârın güçlerini karşılaştırmış ve Aristoteles'in haklı olabilmesi için havanın şiddetinin rüzgârın şiddetinden daha fazla olması gerektiği sonucuna varmıştır. Oysa bir ağacın yakınından geçen bir ok, ağaca değmediği sürece, ağaçta ve yapraklarında en ufak bir kıpırdanma yaratmazken, rüzgâr, ağaçları sallamakta ve hatta kökünden kopartabilmektedir; öyleyse havanın şiddeti, cisimleri taşımaya yeterli değildir.

İbn-i Sinâ, her şeyden önce bir hekimdir ve bu alandaki çalışmalarıyla tanınmıştır. Tıpla ilgili birçok eser kaleme almıştır; bunlar arasında özellikle kalp-damar sistemi ile ilgili olanlar dikkat çekmektedir. Ancak, İbn-i Sinâ dendiğinde, onun adıyla özdeşleşmiş ve Batı ülkelerinde 16. yüzyılın ve Doğu ülkelerinde ise 19. yüzyılın başlarına kadar okunmuş ve kullanılmış olan "el-Kânûn fî't-Tıb" (Tıp Kanunu) adlı eseri akla gelir.

Beş kitaptan oluşan bu ansiklopedik eserin birinci kitabı, anatomi ve koruyucu hekimlik, ikinci kitabı basit ilaçlar, üçüncü kitabı patoloji, dördüncü kitabı ilaçlarla ve cerrahi yöntemlerle tedavi ve beşinci kitabı ise çeşitli ilaç terkipleriyle ilgili ayrıntılı bilgiler vermektedir.

İbn-i Sinâ'nın söz konusu eseri incelendiğinde, konuları sistematik bir biçimde incelediği görülür. Tarihte ilk defa, tıp ve cerrahiyi iki ayrı disiplin olarak değerlendiren İbn-i Sinâ, cerrahi tedavinin sağlıklı olarak yürütülebilmesi için anatominin önemini özellikle vurgulamıştır. Hayati tehlikenin çok yüksek olmasından ötürü pek gözde olmayan cerrahi tedavi ile ilgili örnekler vermiş ve ameliyatlarda kullanılmak üzere bazı aletler önermiştir.

Gözle de ilgilenmiş olan İbn-i Sinâ, döneminin seçkin fizikçilerinden İbn-i Heysem gibi, Göz-Işın Kuramı'nı savunmuş ve üst göz kapağının dışa dönmesi, sürekli beyaz renge veya kara bakmaktan meydana gelen kar körlüğü gibi daha önce söz konusu edilmemiş hastalıklar hakkında da ayrıntılı açıklamalarda bulunmuştur.

Gök Bilimciler

ALİ KUŞCU (? - 1474)

Osmanlı gökbilmicisi olan Ali Kuşcu Uluğ Bey'den ve Kadızade Rumi'den dersler almıştır. Öğrenimini Kirman'da tamamlayarak uluğ Bey'in gözlemevinin yöneticiliğine getirilmiştir ve yıldızların hareketlerini, yerlerini gösteren cetvelin hazırlanmasına yardımcı olmuştur. Fatih Sultan Mehmet'in İstanbulu almasından sonra Ayasofya medresesinde ders vermiştir. "Gökbilim Risalesi" adlı bir kitabı ve "Sorunların Keşfinde Tılsımların En Değerlisi" isimli bir ansiklopedi yazmıştır.

ÇAĞMİNİ, MAHMUD BİN MUHAMMED BİN ÖMER EL HARİZMİ (? - 1221)

Türk gökbilimcisi. İran ve Irak'taki gözlemevlerinde çalışmış olan El Harezmi döneminin en önemli gökbilimcilerinden birisidir. Osmanlı medreselerinde ders kitabı olarak okutulan "Gökbilime İlişkin Özet Kitabı" adlı kitabının yanı sıra "Yıldızların Güçleri ve Zayıflıları" adlı bir kitabı daha vardır.

HARİZMİ (780 - 850)

Dünyanın en büyük oniki filozofu arasında sayılan Harizmi Türk asıllı olup Bağdat civarında yaşadığı tahmin edilmektedir. Hazimi gökbilimi konusunda "Ziyc'ül Harizmi", "Kitab al-amal bi'l Usturlab" ve "Kitap'ül Ruhname" adlı kitaplar yazmıştır. Ayrıca, Halife Memun'un isteği üzerine yerin ve gökyüzünün haritasını içeren bir atlasın hazırlanmasına da katkıda bulunup "Kitab'üs Suretü'l Arz" isimli eserini bu atlasa ek olarak hazırlamıştır.

MİRİM ÇELEBİ, MAHMUD BİN MUHAMMED (? - 1525)

Osmanlı gökbilimcisi ve matematikcisi. Beyazid II'nin eğitmenliğini yapmış ve Uluğ Bey'in Zic'ine bir açıklama olan "Çetvelin Düzeltilmesi ve Çalışma Klavuzu" adlı kitabı yazmıştır. Mirim Çelebi, Batlamyos'un 1400 sene hiç itirazsız kabul edilen Dünya merkezli kainat sistemi görüşünü Kopernikten 20 yıl önce yıkma çalışmalarına başlamış fakat teorisini açıklamaya ömrü yetmemiştir.

NASİRÜDDİN TUSİ (1201 - 1274)

Türk-İslam ilim dünyasının, özellikle gökbilimi ve bugünkü modern geometrinin gerçek önderidir. Doğu ve Batı ilim dünyasında "Maraga Rasathanesi" diye bilinen rasathaneyi kurmuştur. "Ziyc'i İlhani" (İlhani Yıldız Katoloğu) onun başkanlığında hazırlanmıştır.

SABİT BİN KURRA (821 - 901)

Oklid Elementler adlı eserine yazdığı şerh dolayısıyla batı bilim dünyasında "Türk Öklidi" olarak tanınan ve bugünkü Elemanter Acometrenin gerçek önderi olan Sabit Bib Kurra Harrran'da (Urfa) doğmuştur.

TAKİYÜDDİN (1526 - ?)

Osmanlı gökbilmicisi ve matematikcisi. Uluğ Bey'in Zic'inin düzeltilmesiyle görevlendirilmiştir. Yeni bir Zic hazırlayabilmek için Tophane sırtlarında bir gözlemevi yaptırdıysa da bu gözlemevi yıktırılmıştır. Gözlemlerde kullanılmak için birçok alet yapan (yıldızların yüksekliğini ve açıklığını ölçen bir alet, yıldız tutulumunu ölçen bir alet vb.) Takiyüddin "Hükümdarların Zayiçesi İçin Gözlem Aygıtları" adlı bir kitap yazmıştır.

Donald Arthur Glaser

1926 yılında Cleveland'da doğan Rus asıllı Amerikan fizikçisi Donald Arthur Glaser, Cleveland teknoloji enstitüsünde okudu. Burada öğrenim gördükten sonra 1949 yılında Michigan üniversitesine girdi. Bundan sonra da 1959 yılında Kaliforniya üniversitesine profesör olarak girdi.

Sıvı hidrojenli veya helyumlu kabarcıklar odasını icat etti. Bu alet yüksek enerjili partiküllerin varlığını tespite ve incelemeye yarayan Wilson odasının gelişmiş bir şeklidir. Bununla 1960 Nobel fizik ödülünü kazandı. Bir kabarcığın veya başka bir sıvı içinde yüzen bir sıvı damlasının yüzeyinin bütün noktalarda yüzey gerilimi aynı olduğu için kabarcık veya damla küresel bir şekil alır. Sıvı zarları esnek olduğu için uygun tutucular ve karkaslar kullanılarak damlaya sonsuz değişken şekiller verilebilir.

İçinde, mesela oksijen gibi bir gaz bulunan bir kabarcığı bir elektro mıknatısın kutupları arasına koyarak kabarcığın alacağı şekilden gazın ne çeşitli bir manyetik (para veya diyamanyetik) olduğu anlaşılır. Kabarcıktaki renklenme olayı bir ince tabaka içine girişim olayıdır.

Ctesibios

İskenderiye Mekanik Okulu'nun kurucusu olan Ctesibios, mekanik icatlarını içeren bir kitap kaleme almıştır; ancak bu kitap kaybolduğu için, çalışmaları, kendisinden sonra gelen mühendislerden ve mekanikçilerden öğrenilebilmiştir.

Ctesibios'un en önemli icatları arasında basma tulumba, su orgu ve su saati bulunmaktadır. Basma tulumbalarda üç önemli parçayı, yani silindir, piston ve valfı bir arada kullanmıştır. Basma tulumbalar daha sonra Philon tarafından geliştirilecektir. Hidrolik adı verilen su orgu, bu tulumbaların bir uygulamasıdır; burada amaç, aracı çalıştırmak için ciğerlerden değil, başka bir araçtan yararlanmaktır.

Ctesibios, daha önce de kullanılmış olan su saatlerini geliştirmiştir. Su saatlerinde karşılaşılan en önemli güçlük, delik kaptan akan su miktarının sabit tutulmasıdır; Ctesibios, bu maksatla bir musluktan sürekli su akışını sağlamış ve böylece ilk güvenilir su saatini yapmayı başarmıştır. Ayıca Ctesibios, su saatlerinde kabın altında bulunan deliğin zamanla aşınmasını önlemek amacı ile deliği cam ve altınla kaplamıştır. Böylece, saatler yoluyla eşit sürelerin belirlenmesi mümkün olacak ve zaman denetim altına alınacaktır.

Niels Bohr

(1885 -1962) Söylentiye göre, Danimarka halkının övünç duyduğu dört şey vardır: gemi endüstrisi, süt ürünleri, peri masalları yazarı Hans Christian Andersen, fizik bilgini Niels Bohr. Bohr, hem bilgin kişiliği, hem insancıl davranışlarıyla, büyük hayaller peşinde koşan gençlere yetkin bir örnek ve esin kaynağı olan bir öncüydü. O, ne Rutherford gibi dış görünümüyle ürkütücü ne de Einstein gibi "arabaya tek başına koşulan at"tı.

Niels, Kopenhag'da görkemli bir konakta dünyaya geldi. Babası üniversitede fizyoloji profesörüydü. Niels çocukluk yıllarında "hımbıl" görünümüyle hiç de parlak bir gelecek vaadetmiyordu. ileride seçkin bir matematikçi olan kardeşi Harald da pek farklı değildi.

İki kardeşin en çok hoşlandıkları şey anneleriyle tramvaya binip kenti dolaşmaktı. Bir keresinde, boş tramvayda anne can sıkıntısını gidermek için olmalı, çocuklara masal söyler. Anlamsız bakışları, sarkık yanakları ve açık ağızlarıyla duran iki oğlanı uzaktan izleyen bir yolcu, "Zavallı kadın, bu iki şapşala bir şey anlattığını sanıyor!" demekten kendini alamaz. Niels Bohr'un bir çocukluk anısı bu.

Oysa Niels'in okul yılları son derece parlak geçer. Babasının entellektüel ilgi alanı genişti: Biri felsefeci, biri dilci ve biri fizikçi üç arkadaşıyla her Cuma akşamı bir araya gelir, düşün dünyasında olup bitenleri tartışırlardı. İki oğlan da bir köşede oturup uzun süren tartışmaları sessizce izlerlerdi. Özellikle Niels'in spekülatif düşünceye yakın bir ilgisi vardı. Nitekim, üniversitede fiziğin yanısıra ilginç bulduğu felsefe derslerini de kaçırmazdı.

Niels Bohr üniversiteyi üstün başarıyla bitirip; yirmi iki yaşında Danimarka Bilim Akademisi'nin altın madalya ödülünü alır. Delikanlının sonradan unutulan bir başarısı da İskandinav dünyasında tanınmış bir futbolcu olmasıydı. Bohr 1911'de doktora çalışmasını tamamlar tamamlamaz J.J. Thomson'la çalışmak üzere Cambridge-Cavendish Laboratuvarı'na koşar. Ancak genç bilimadamı burada umduğunu bulamaz. Herşeyden önce, İngilizce bilgisi yetersizdi; çevresiyle verimli iletişim kuramıyordu.

Sonradan, daha önce Rutherford'un olağanüstü yeteneğini farketmiş olan Thomson, nedense Danimarkalı gence sıradan biri gözüyle bakıyordu. Tartışmalı bir toplantıda Bohr'un ileri sürdüğü bir çözümü Thomson irdelemeksizin yanlış diye geri çevirir; ama daha sonra aynı düşünceyi kendisi dile getirir. Bu olayı içine sindiremeyen Bohr yeni bir arayış içine girer.

Bu sırada bilim dünyasının parlayan yıldızı Rutherford'dur. Katıldığı bir konferansında Rutherford'un coşkusu ve atılım gücüyle büyülenen Bohr, Cavendish'i bırakır, Manchester'de onun ekibine katılır. Rutherford deneyciydi, Bohr ise kuramsal araştırmaya yönelikti. Ama iki bilimadamı arasında başlayan ilişki ömür boyu süren dostluğa dönüşür. Öyle ki, Bohr biricik oğluna hocanın ilk adı "Ernest"i verir. Oysa, bursunun tükenmesi nedeniyle Manchester'de yalnızca altı ay kalabilmişti.

Bohr'un bilimde ilgi odağı atom çekirdeğine ilişkin deney sonuçları değil, kuramsal bir sorundu: Bir elektrik birimi olan elektronun atom kapsamındaki davranışının bilinen fizik yasalarına ters düşmesinin nedeni ne olabilirdi? Normal olarak, pozitif yüklü çekirdeğin çevresinde dönen negatif yüklü elektronun, devinim sürecinde, elektromanyetik radyasyon salarak enerji yitirmesi ve çekirdeğe gömülmesi; atomun çökmesi gerekirdi.

Max Planck'ın kara-cisim radyasyon katastrofuna benzer bir katastrof! Planck karşılaştığı sorunu E = hf denklemiyle açıklamıştı. Bu sorun da belki kuvantum kavramına başvurularak açıklanabilirdi. Hiç değilse Niels Bohr böyle düşünmekteydi.

Sorun, "spektrum analizi" ya da "spektroskopi" denen konu kapsamındaydı. Bohr "çizgi spektrası"na ilişkin bir formülden nedense habersizdi (Bohr, formülü bir meslekdaşının yardımıyla sonunda öğrenir. Okul ders kitaplarına bile geçen formülün, Bohr'un gözünden kaçmış olması ilginçtir).

Bir aritmetik oyununu andıran işlemi 1885'de Balmer adında İsviçreli bir lise öğretmeni bulmuştu. Buna göre, örneğin, hidrojen spektrumundaki kırmızı çizginin frekansını saptamak için, 3'ün karesi alınır, l bu sayıya bölünür, çıkan bölüm 32.903.640.000.000.000 sayısıyla çarpılır. Yeşil çizginin frekansı için işleme 4, mor çizginin frekansı için 5'le başlanır. Balmer, formülünü ortaya koyduğunda hidrojen spektrumunda yalnızca üç çizgi biliniyordu. Sonra bulunan çizgiler için işleme 6, 7, 8, ... sayılarıyla başlanır.

Bohr 1912'de Kopenhag'a döndüğünde çözüm aradığı problemi birlikte getirmişti. Atomun yapısını açıklamaya çalışan Bohr için Balmer formülü niçin önemliydi? Yanıt basittir: Bohr, Planck sabiti h'yi kullanarak bu formülle enerji kuvantalarından oluşan spektrumu açıklayabileceğini görmüştü.

Başka bir deyişle, formülün sağladığı ipucuyla atomların normalde neden enerji salmadığı, elektronların neden hız kaybedip çekirdeğe gömülmediği açıklık kazanmaktaydı. Bohr'un o zaman bilinen fizikle bağdaşmaz görünen görüşü başlıca dört nokta içeriyordu:

(1) Elektron, olası tüm yörüngelerde değil, yalnız enerjisi Planck sabitiyle bir tam sayının çarpımına orantılı olan yörüngelerde devinir.

(2) Elektron, enerji değişimiyle kuvantum yörüngelerinin birinden öbürüne geçebilir; ancak çekirdeğe en içteki yörüngeden daha fazla yaklaşamaz.

(3) Bir kuvantum yörüngede devinen elektron bir iç yörüngeye düşmedikçe radyasyon salmaz. Bu düşüş belli bir miktarda ışık enerjisi üretmekle kalır. Üretilen enerjinin frekansı iki yörünge arasındaki enerji farkının Planck sabitine bölünmesine eşittir:



(4) Bir elektronun taşıyabileceği enerjiler sınırlıdır ve bu kesintili enerjiler atomun kesintili çizgi spektrumunda yansır.

Atom yapısının anahtarını, salınan ışığın spektrumunda arayan bu görüşün, birtakım gözlemlere açıklık getirmekle birlikte, doğruluğu kuşku konusuydu. Bir kez aynı gözlemler başka hipotezlerle de açıklanabilirdi. Sonra, elektronların Bohr'un öngördüğü biçimde davrandığını gösteren somut kanıtlar da ortada yoktu henüz. Kaldı ki, kuvantum yörüngeleri düşüncesi olgusal dayanaktan yoksundu.

Bohr'un hipotezi öncelikle hidrojen spektrumunu açıklamaya yönelikti. Gerçi olgusal olarak henüz yoklanmamıştı, ama hipotezin Balmer formülünde yer alan sayının anlamını belirginleştirmesi, geçerliği açısından önemli bir avantaj sağlamaktaydı. Ayrıca, Bohr'un değişik kuvantum yörüngelerinin enerjilerini veren formülü, önerdiği atom kuramına istenen belirginliği kazandırır:



(Formülde m elektron kütlesini, e elektrik yükünü, h Planck sabitini göstermektedir. Bu harflerin deneysel olarak saptanan değerleri formülde yerlerine konduğunda, bir saniyedeki titreşimi gösteren sayı, 32.903.640.000.000.000, elde edilmektedir. Barmel'in bulduğu bu sayıya "Rydberg sabiti" de denmektedir).

Bohr oluşturduğu atomun kuvantum kuramını yayımlamadan önce Rutherford'un incelemesine sunmuştu. Rutherford herşeyde basitliği arayan titiz bir kişiydi. Bohr'un yazısı karmaşık, uzun ve gereksiz yinelemelerle doluydu. Rutherford düzeltilmesini gerekli gördüğü noktalara değindikten sonra, "Çalışman gerçekten ilginç; kuramının atoma ilişkin pek çok probleme çözüm getirici nitelikte olduğunu söyleyebilirim", diyerek genç bilimadamını yüreklendirmişti.

Bohr'un kuramı 1913'de ingiltere'de yayımlanır. Ne var ki, bilimadamlarının bir bölümünün tepkisi olumsuzdur: onlara göre, ortaya konan, bir kuram olmaktan çok rakamlarla oluşturulan bir düzenlemeydi. Oysa, başta Einstein olmak üzere kimi bilimadamları, çalışmanın büyük bir buluş olduğunu farketmişlerdi. Kuramın, spektroskopi biliminin atomik temelini kurduğu çok geçmeden anlaşılır. Bir yandan da kuramı doğrulayan deneysel kanıtlar birikmeye başlar.

Kopenhag Teorik Fizik Enstitüsü başkanlığına getirilen Bohr 1922'de Nobel Ödülü'nü alır. Artık kısaca "Bohr Enstitüsü" diye anılmaya başlayan Enstitü'ye dünyanın pek çok ülkesinden genç fizikçilerin akım başlar (Bunlar arasında Heisenberg, Pauli, Gamov, Landau gibi sonradan ün kazanan genç araştırmacılar da vardı). Kısa sürede dünyanın en canlı bilim merkezine dönüşen Enstitü bir grup üstün yetenekli genç için bulunmaz bir eğitim ortamı olmuştu.

Bohr hem bilgin kişiliği, hem insancıl davranışlarıyla büyük hayaller peşinde koşan bu gençlere yetkin bir örnek, esin kaynağı bir öncüydü. O, ne Rutherford gibi dış görünümüyle sarsıcı, ne de Einstein gibi "arabaya tek başına koşulan at"tı.

Bohr çalışma yaşamında sergilediği istenç gücünün yanısıra neşe ve mizahıyla gönülleri fethetmesini biliyordu. Bir keresinde tartıştıkları bir teori üzerindeki sözlerini şöyle bağlamıştı: "Bu teorinin çılgınca bir şey olduğunu biliyoruz. Ama ayrıldığımız nokta, teorinin, doğru olması için yeterince çılgınca olup olmadığıdır."

Danimarka baştacı ettiği bu insanla ne denli övünse yeridir.

Battani

Devrinin en önemli astronomlarından ve matematikçilerinden olan Battâni (858-929), Sâbit ibn Kurrâ gibi, Urfa'nın Harran Bölgesi'ndendir ve yıldızlara tapan Sabii Dini'ne mensuptur.

Rakka'da özel bir gözlemevi kurmuş ve burada 887-918 tarihleri arasında son derece önemli gözlemler yapmıştır. Güneş, Ay ve gezegenlerin hareketlerini gözlemlemiş, yörüngelerini doğru bir biçimde belirlemeye çalışmıştır. Güneş ve Ay tutulmaları ile ilgilenmiş, mevsimlerin süresini büyük bir doğrulukla hesaplamıştır. Ayrıca, ekliptiğin eğimini de dakik olarak belirlemeyi başarmıştır.

Aynı zamanda matematikçi de olan Battâni, bu alanda da son derece önemli çalışmalar yapmıştır. Sinüs, kosinüs, tanjant, kotanjant, sekant ve kosekantı gerçek anlamda ilk defa kullanan bilim adamının Battâni olduğu söylenmektedir. Battâni, çalışmaları sırasında bazı temel trigonometrik bağıntılara ulaşmış ve bunları astronomik hesaplamalarda kullanmıştır.

Amadeo Avogadro

Lise yıllarında fizik ve kimya okumuş olan herkes Amedeo Avogadro�nun adını bilir. Zira o, "aynı basınç ve sıcaklıkta, eşit hacimdeki gazlar eşit sayıda molekül içerir" şeklinde özetlenebilecek olan "Avogadro Yasası"nı keşfeden ve bir gramda bulunan molekül sayısını ifade eden 6.0248 X10^23 rakamını yani "Avogadro Sayısı"nı bulan kişidir.

1776 yılında, İtalya�nın Torino Kenti'nde doğan ünlü fizik ve kimya bilim adamı Amedeo Avogadro, aile geleneğini sürdürerek önce hukuk ve felsefe öğrenimi yaptı; 1789�da felsefe, 1792�de hukuk felsefesi diplomasını, birkaç yıl sonra da din hukukundan doktarasını aldı. Fakat çok geçmeden doğa bilimlerine ve fen bilimlerine duyduğu ilgi onu yoğun bir kendi kendine eğitim faaliyeti yapmaya yöneltti.

1800-1805 yılları arasında matematik ve fizik okudu. Bu sayede 1809�da Vercelli Kraliyet Koleji�nde matematik ve fizik eğitmenliği yapan Amedeo Avogadro, 1821�de Torino Üniversitesi�nde yüksek fizik profesörü oldu. Donna Felicita Mezzi ile evliliğinden altı çocuğu oldu.

Amedeo Avogadro, kendinden iki yıl önce gazların bileşimi hakkında bazı önemli kanunları bulan Gay Lussac�ın çalışmalarından yararlandı ve Lussac Kanunları�nı molekül teorisine uyguladı. Atom ile molekül arasındaki ayrımı da ilk kez farkeden ve buna işaret eden Avogadro, 1856�da öldüğünde fizik ve kimya bilimlerine ve özellikle de Molekül Teorisi'ne yaşamsal önemde katkılarda bulunmuştu.

Ünlü İtalyan bilim adamı Avogadro, 80 yaşında dünyaya gözlerini yumduğunda bilim dünyası, onun bilimsel katkılarının büyük öneminin farkına henüz varmamıştı. Onun bilimsel katkılarının büyüklüğünü ortaya çıkarmak bir başka İtalyan kimyacısı olan Cannizzaro�ya düştü.

1860 yılında yapılan bir bilimsel toplantının ardından, Avogadro�nun kimya alanında oynadığı büyük rol, tüm bilim dünyası tarafından kabul edildi. Avogadro�nun kendi adıyla anılan yasa ve sayı olmasaydı, kimya ve fiziğin bugünkü gelişkinlik düzeyine ulaşması düşünelemezdi. En önemli yapıtı; "Cisimlerin Temel Moleküllerinin Bağıl Kütlelerini ve Bileşimlere Katılma Oranlarını Belirleme Yöntemi Üzerine Bir Deneme"dir.

James Watt (1736 - 1819)

James Watt (1736 - 1819)

James Watt (19 Ocak 1736 Greenock - 19 Ağustos 1819 Heathfield) modern buhar makinesinin geliştiricisi olan İskoçyalı mucit ve mühendistir. Endüstüriyel devrimin oluşmasında önemli rol oynamıştır.

Gemi işleten zengin bir baba ve kültürlü bir annenin oğlu olarak dünyaya gelen James; çocukken sık hastalandığı için okula devamlı gidememiş, evde annesi tarafından eğitilmiştir. 17 yaşında iken annesini kaybetmiş ve babasının işleri kötüleşmiştir. Londra'ya bir seneliğine ölçüm aletleri yapımını öğrenmeye giden Watt, Glosgow'a dönüp bu mesleği icra etmek istemişti. Fakat 7 sene çıraklık yapma zorunluluğundan, İskoçya'da başka bir ölçüm aletleri yapımcısı olmamasına rağmen, Demirciler Locası tarafından başvurusu red edilmiştir.

Watt bu durumdan, kendisine Glosgow Üniversite'sinde atölye öneren profesörler tarafından kurtulmuş, fizikçi ve kimyacı olan profesör Joseph Black kendisine hocalık etmiştir. Atölyenin açılmasından 4 sene sonra Watt buhar gücü üzerinde çalışmaya başlamış daha önce hiç görmemiş olmasına rağmen bir prototip yapmaya çalışmıştı. 1765'de Thomas Heathfield yaptığı bir model üzerinde uğraşarak buhar makinesini çalıştırmayı başardı.

1767'de kuzeni Margaret Miller ile evlenmiş ve 6 çocuk sahibi olmuştur.

Tam kapsamlı bir buhar makinesi geliştirmeye çalışan Watt'a Carron Demir İşleri şirketinin kurucusu Joh Roebuck maddi olarak destek olmuştur. Hemen başarılı olmayan tasarım maddi sıkıntıya düşünce Watt 8 sene anketçilik yapmıştır. Roebuck iflas edince, Matthew Boulton patent haklarını satın almış ve Watt ile 25 yıl sürecek başarılı bir ortaklığa imza atmıştır.

Louis Pasteur, (1822 - 1895)

Louis Pasteur, (1822 - 1895)

Louis Pasteur, 1822 yılında Fransa'nın Dura bölgesindeki Dole kasabasında dünyaya geldi.

Pasteur kimyager ve daha sonra bakteriyolog olarak yaşadığı çağda, tıbbın ilerlemesine çok büyük katkılarda bulundu. Fakat o tıp doktoru olmadığı için, 1800'lü yılların doktorları onun teorilerine burun kıvırıyorlardı. Pasteur buna hiç aldırmadan çalışmalarını sürdürdü, çünkü Pasteur'ün bakterilerin ya da mikropların gerçekten var olduklarına ve bunların hastalıklara yol açabileceğine olan inancı tamdı.

O kendi bildiği yöntemle yaptığı işe ve kendine inancını sürdürerek araştırmalarına devam etti. Bundan sonra ise ipekböceği hastalığına ve kuduza çare buldu. Pasteur ayrıca içtiğimiz sütün bozulmasını önlemenin yöntemini de keşfetti. Burada sütü 140 (fahrenheit) derecede otuz dakika süreyle ısıtmak ve sonra hızlı bir biçimde soğuttuktan sonra sütü kapalı ve sterilize edilmiş şişelere koymak gerekiyordu. Bu yöntem sütü mikroplardan arındırmak için günümüzde de kullanılmaktadır.

Bu yönteme, Louis Pasteur'ün adıyla 'Pastörize' etmek denilmektedir. Pasteur, Strasberg'li Marie Laurent ile evlendi. Birbirlerini çok seviyorlardı. Marie eşini, araştırmalarını her şeyin üstünde tutması için özendiriyordu. Bu yüzden Pasteur, laboratuar çalışmaları üzerinde yoğunlaşabiliyor ve işine gereken zamanı ve önemi verebiliyordu.

Küçük Joseph Meister kuduz bir köpek tarafından on dokuz yerinden ısırıldığında, anne ve babası yavrucağı Louis Pasteur'e getirdiler. Bu bilim insanı daha önce insan üzerinde hiç denenmemiş olan kuduz aşısını çocuğa uygulamakta tereddüt etti. Pasteur bunu ancak, kendisine gelen iki doktorun, çocuğun kuduzdan her durumda öleceğini ve başarılı olursa ilacın kuduza bir çare olabileceğini söylemesinden sonra denemeye karar verdi.

Pasteur kuduzun çaresini bulmuştu. Louis'nin aşısı küçük Joseph Meister'in hayatını kurtardı. Meister büyüdüğünde Pasteur Enstitüsü'nün kapıcılarından biri olacaktı. Çünkü Louis Pasteur'e karşı duyduğu minnet duygusu, ömrünün sonuna kadar Enstitü'de çalışmak istemesine neden olmuştu.

Pasteur kendine inanan bir insandı. Başkalarının söyledikleriyle değil, kendi doğrularıyla yaşayan ve sezgilerine güvenen bir bilim insanıydı. 1895 yılında hayata gözlerini yumduğu güne kadar son derece alçak gönüllü, gösterişiz ve sade bir yaşam sürdürdü. Yaşlılık yıllarında insanların ona gösterdikleri büyük saygı karşısında şaşkınlığa düşer ve bunu pek komik bulurdu. Bir keresinde Londra'da bir uluslarası tıp kongresine davet edilmişti.

Kongre salonuna girdikten kısa bir süre sonra Pasteur kürsüye davet edildi. Pasteur'ün yüzünde hayal kırıklığına uğramış gibi bir ifade belirdi. Pasteur, "İngiltere veliaht (kral adayı) Prens'i buraya geliyor olsa gerek" dedi. "Keşke dışarda dursaydık. Gelişini de izleyebilirdik böylece." Bu içten sözler herkesi çok duygulandırmıştı. Kongre başkanı Pasteur'e "Hayır Bay Pasteur" dedi. "Gelen sizsiniz. Herkesin takdir ettiği ayakta alkışladığı insan sizsiniz."

Galileo Galilei (1564 - 1642)

Galileo Galilei (1564 - 1642)

Galileo Galilei, (1564 - 1642), modern fiziğin ve teleskobik astronominin kurucularından olan İtalyan bilim adamı.

1564'te İtalya'nın Pisa şehrinde doğdu. Dönemi­nin tanınmış müzikçilerinden Vincenzo Galile­i'nin oğlu olan Galilei, ilk tahsilini Floransa'da yaptı. 1581'de Pisa Üniversitesinde tıp tahsiline başladı, ancak parasızlıktan okulu terk etti. 1583'ten itibaren matematiğe ilgi duyan Galilei, bu konudaki çalışmaları sayesinde 1589'da Pisa'da profesörlük elde etti.

Sarkacın, yüzen cisimlerin ve hareketin Aristo fiziğinden farklı bir düşünceyle matematiksel olarak ele alınması gerektiğine inanan Galilei, Pisa Kulesinden ağırlık düşürerek Aristo'nun yanlışlığını açıkça gösterdi. Bu davranışı yaşlı profe­sörlerle anlaşmazlığa düşmesine sebep oldu. 1592'de Pisa'yı terk ederek, Padova Üniversitesi matematik kürsüsüne geldi.

1597'de pratikte çok faydası olan pusulayı ticari olarak piyasaya arz etti. 1600 senesinden hemen sonra ilkel bir termometre, insan kalp atışının ölçümünde kullanılmak üzere bir sarkaç ve 1604'te serbest düşüşün matematik kanunlarını keşfetti. Ancak düzgün ivmeli hareket kavramı hatalıydı. 1609'da Hollanda'da teleskopun bulunduğunu işitti. Kendisi daha ileri bir alet yaparak bunu astronomi gözlemlerinde kullandı. 1610' da aydaki dağlar, yıldız kümeleri ve Samanyolu üzerine ilk tespitlerini yayınladı. Bu arada Jupiter'in dört uydusunun varlığını bildirdi. Bu kitabı çok ilgi uyandırdı ve Floransa'da saray matematikçisi olmasını sağladı. Hemen sonra Venüs gezegeninin devreleri ve Satürn�ün şekli hakkında bilgi verirken, astronomideki Ptolemy (Batlamyus) sistemini tartıştı.

1611'de Roma'ya gitti ve oradaki Bilim Akademisi'ne üye seçildi. Floransa'ya dönüşünde hidrostatik üzerine pek çok profesörün itirazına sebep olan kitabı ile 1613'te güneş lekeleri üzerine yazdığı eserini yayınladı. Bu eserinde Kopernik sistemini açık bir şekilde müdafaa etti. Bundan dolayı papazların ağır hücumuna uğradı. 1615'te bizzat Roma'ya giderek iddiasını müdafaa eti. Ancak 1616'da Papa Beşinci Paul tarafından kitaplarını tetkik için bir komisyon kuruldu. Bu komisyon Galileo'nun kitaplarını yasaklamadı. Sadece dünyanın döndüğü iddiasından vazgeçmesini istedi.

Galilei, bir müddet bilimin pratik yönüne döndü, mikroskobu geliştirdi. Ancak 1618'de üç kuyruklu yıldızın görülmesiyle kiliseyle münakaşaya girdi. Arkadaşının Sekizinci Urban olarak Papa seçilmesinden cesaret alarak yazdığı "İki Kainat Sistemi Üzerine Konuşmalar" adlı eserini 1632'de yayınladı. Ancak kitabı daha önce yapılan uyarılarla çeliştiği söylentilerine rağmen Roma�da mahkemeye çağrıldı. 1633'te bu kitap yasaklandı ve kendisi müebbet hapse mahkum edildi.

Yetmiş yaşında hapsedilen Galilei'nin gözleri kör oldu ve 1642 yılında hapiste öldü.

İsaac Newton

İsaac Newton (4 Ocak 1643-20 Mart 1727)

Sir Isaac Newton, (4 Ocak 1643 (25 Aralık 1642) � 31 Mart 1727(20 Mart 1727)) İngiliz fizikçi, matematikçi, astronom, mucit, felsefeci ve simyacıdır. Tarihteki en etkileyici bilim adamı olduğu düşünülür. Bilim devrimi ve bilimsel metod, onun adıyla anılır.

Bir çiftçi olan babası, Newton doğmadan üç ay önce öldü. On iki yaşında Grantham'da King's School'a yazılan Newton, bu okulu 1661'de bitirdi. Aynı yıl Cambridge Üniversitesi'ndeki Trinity Kolej'e girdi. Nisan 1665'te bu okuldan lisans derecesini aldı. Lisansüstü çalışmalarına başlayacağı sırada ortalığı saran veba salgını yüzünden üniversite kapatıldı.

Salgından korunma amacıyla annesinin çiftliğine sığınan Newton, burada geçirdiği iki yıl boyunca en önemli buluşlarını gerçekleştirdi. 1667'de Trinity Kollej'e öğretim üyesi olarak döndüğünde diferansiyel ve integral hesabın temellerini atmış, beyaz ışığın renkli bileşenlerine ayrıştırılabileceğini saptamış ve cisimlerin birbirlerini, uzaklıklarının karesi ile ters orantılı olarak çektikleri sonucuna ulaşmıştı. Çekingenliği yüzünden Newton her biri bilimde devrim yaratacak nitelikteki bu buluşların çoğunu uzun yıllar sonra (örneğin türev ve integral hesabı 38 yıl sonra) yayımlamıştır.

Lisansüstü çalışmasını ertesi yıl tamamlayan Newton 1669'da henüz 27 yaşındayken Cambridge Üniversitesi'nde matematik profesörlüğüne getirildi. 1671'de ilk aynalı teleskobu gerçekleştirdi, ve ertesi yıl Royal Society üyeliğine seçildi. Royal Society'ye sunduğu renk olgusuna ilişkin bildirisinin eleştirilere hedef olması, özellikle Robert Hooke tarafından şiddetle eleştirilmesi üzerine Newton tümüyle içine kapanarak, bilim dünyasıyla ilişkisini kesti.

1675'de optik konusundaki iki bildirisi yeni tartışmalara yol açtı. Hooke makalelerdeki bazı sonuçların kendi buluşu olduğunu, Newton'un bunlara sahip çıktığını öne sürdü. Bütün bu tartışma ve eleştiriler sonucunda 1678'de ruhsal bunalıma giren Newton ancak yakın dostu ünlü astronom ve matematikçi Edmond Halley'in çabalarıyla altı yıl sonra bilimsel çalışmalarına geri döndü.

Cambridge Üniversitesi'nde Katolikliği yaygınlaştırma ve egemen kılma çabalarına karşı başlatılan direniş hareketine öncülük eden Newton, kral düşürüldükten sonra 1689'da üniversitenin parlamentodaki temsilciliğine seçildi. 1693'de yeniden bir ruhsal bunalıma girdi ve yakın dostlarıyla, bu arada Samuel Pepys ve John Locke ile arası bozuldu. İki yıl süren bir dinlenme döneminden sonra sağlığına yeniden kavuştuysa da bundan sonraki yaşamında bilimsel çalışmaya eskisi gibi ilgi duymadı. Daha sonra 1699'da Fransız Bilimler Akademisi'nin yabancı üyeliğine 1703'de Royal Society'nin başkanlığına seçildi.

Gelmiş geçmiş bilim adamlarının en büyüklerinden biri olarak kabul edilen Newton, matematik ve fizikte çok önemli buluşlar gerçekleştirdi. Matematikte (a+b)ª ifadesinin üstel seriye açınımını veren genel iki terimli teoremini buldu. Newton'un bilime en büyük katkısı mekanik alanındadır. Merkezkaç kuvveti yasası ile Kepler yasalarını birlikte ele alarak kütle çekim yasasını ortaya koydu. Newton hareket yasaları olarak bilinen eylemsizlik ilkesi, kuvvetin kütle ile ivmenin çarpımına eşit olduğunu ifade eden yasa ve etki ile tepkinin eşitliği fiziğin en önemli yasalarındandır.

Newton yaptığı çalışmalarda bazı hesaplamaların içinden çıkamayınca kendi bulduğu formüllere uyması için bazı varsayımlar ortaya atmak zorunda kalmıştır. Kendisi de bu varsayımların hatalı olduğunu bilmesine rağmen bunları kullanmak zorunda kalmış. İlerleyen yıllarda yapılan bilimsel araştırmalarla Newton'un bu hataları tespit edilmiştir. Ama yine de yaptığı çalışmalara kıyasla bunlar göz ardı edilmiştir...

Başlıca eserleri:
Method of Fluxions (1671)
De Motu Corporum in Gyrum (1684)
Philosophiae Naturalis Principia Mathematica (1687)
Opticks (1704)
Arithmetica Universalis (1707)
An Historical Account of Two Notable Corruptions of Scripture(1754)

Daniel Gabriel Fahrenheit

Daniel Gabriel Fahrenheit (1686 - 1736)

Fahrenheit niçin suyun donma noktasını 0 değilde 32 olarak seçti? Niçin 180 derecelik bir aralığı kullandı?

Fahrenheit (1686-1736) bugün hala batı ülkelerinde kullanılan en eski sıcaklık (Fahrenheit) ölçeğini geliştirmekle kalmayıp aynı zamanda ilk civalı termometreyi yapmıştır.

Fahrenheit1714�te tanıştırdığı ilk termometresinde sıcaklığı ölçmek için �derece� kullanma fikrini de taşıyordu. Derece denince aklımıza hemen açılar gelir acaba aralarında bir ilişki var mıydı?

Suyun donma noktası ve kaynama noktası arasındaki farkın hem �180� aralık ve bu aralıkların �derece� olmasında Fahrenheit bazı düşünceleri vardı. 180 derece yarım çemberin gören açı değeriydi. Eski astronomi alimleri gökyüzündeki yıldızların hareketlerini günler ve yıl arasındaki ilişkiye yakın olan 360 dereceli dilimlerde açıklıyorlardı.180 aynı zamanda 360 sayısı gibi bölenlerinin sayısı oldukça fazla olan bir sayıdır.

Fahrenheit ölçeğinde suyun donma ve kaynama noktaları arasında 0-180 aralığını veya 180-360 aralığını kullanmayı düşündü. Ama sonunda suyun donma noktasını 0 olarak almamaya karar verdi. 0 º olarak laboratuarında deniz tuzu, buz ve su karışımıyla elde edebileceği en düşük sıcaklığı aldı.
Fahrenheit ölçeğinde suyun donma noktası 32º olarak kaynama noktasıda bunun tam 180º üstünde olan 212º dir.

Fahrenheit ölçeğinden sonra, Anders Celsius ölçeğini 1742 de ve daha sonra Kelvin ölçeğini 1800 lü yıllarda bilim dünyasına sunmuştur.

Archimedes (Arşimet) (M.Ö. 287-212)

Archimedes (Arşimet) (M.Ö. 287-212)

Arşimet (Archimedes), M.Ö. 287 - 212 yılları arasında yaşamış Sicilya doğumlu Yunan matematikçi, fizikçi, astronom, filozof ve mühendis. Bir hamamda yıkanırken bulduğu iddia edilen suyun kaldırma kuvveti bilime en çok bilinen katkısıdır ancak pek çok matematik tarihçisine göre integral hesabın babası da Arşimet'tir.

Roma generali Marcellus, Sirakuza'yı kuşattığında, Archimedes adlı bir mühendisin yapmış olduğu silahlar nedeniyle şehri almakta çok zorlanmıştı. Bunların çoğu mekanik düzeneklerdi ve bazı bilimsel kurallardan ilham alınarak tasarlanmıştı. Örneğin, makaralar yardımıyla çok ağır taşlar burçlara kadar çıkarılıyor ve mancınıklarla çok uzaklara fırlatılıyordu. Hatta Archimedes'in aynalar kullanmak suretiyle Roma donanmasını yaktığı da rivayet edilmektedir. Ancak bütün bunlara karşın M.Ö. 212 yılında Romalılar Sirakuza'yı zapt ettiler ve şehrin diğer ileri gelenleriyle birlikte Archimedes'i de öldürdüler. Söylendiğine göre, bu sırada Archimedes toprak üzerine çizdiği bir problemin çözümünü düşünüyormuş ve yanına yaklaşan Romalı bir askere oradan uzaklaşmasını ve kendisini rahat bırakmasını söylemiş; ancak asker Archimedes'e aldırmayarak hemen öldürmüş. Tarihin nadir olarak yetiştirdiği bu çok yetenekli bilim adamının öldürülüşü Romalı generali de çok üzmüş.

Archimedes hem bir fizikçi, hem bir matematikçi, hem de bir filozoftur. Gençliğinde bir süre İskenderiye'de bulunmuş, burada Eratosthenes ile arkadaş olmuş ve daha sonra da onunla mektuplaşmıştır. Archimedes'in mekanik alanında yapmış olduğu buluşlar arasında bileşik makaralar, sonsuz vidalar, hidrolik vidalar ve yakan aynalar sayılabilir. Bunlara ilişkin eserler vermemiş, ancak matematiğin geometri alanına, fiziğin statik ve hidrostatik alanlarına önemli katkılarda bulunan pek çok eser bırakmıştır.

Geometriye yapmış olduğu en önemli katkılardan birisi, bir kürenin yüzölçümünün 4πr2 ve hacminin ise 4/3 πr3 eşit olduğunu kanıtlamasıdır. Bir dairenin alanının, tabanı bu dairenin çevresine ve yüksekliği ise yarıçapına eşit bir üçgenin alanına eşit olduğunu kanıtlayarak pi'nin değerinin 3 l/7 ve 3 10/71 arasında bulunduğunu göstermiştir.

Archimedes'in en parlak matematik başarılarından biri de, eğri yüzeylerin alanlarını bulmak için bazı yöntemler geliştirmesidir. Bir parabol kesmesini dörtgenleştirirken sonsuz küçükler hesabına yaklaşmıştır. Sonsuz küçükler hesabı, bir alana tasavvur edilebilecek en küçük parçadan daha da küçük bir parçayı matematiksel olarak ekleyebilmektir. Bu hesabın çok büyük bir tarihi değeri vardır. Sonradan modern matematiğin gelişmesinin temelini oluşturmuş, Newton ve Leibniz'in bulduğu diferansiyel ve entegral hesap için iyi bir temel oluşturmuştur.

Archimedes Parabolün Dörtgenleştirilmesi adlı kitabında, tüketme metodu ile bir parabol kesmesinin alanının, aynı tabana ve yüksekliğe sahip bir üçgenin alanının 4/3'üne eşit olduğunu ispatlamıştır.

İlk defa denge prensiplerini ortaya koyan bilim adamı da Archimedes'dir. Bu prensiplerden bazıları şunlardır:

Eşit kollara asılmış eşit ağırlıklar dengede kalır.
Eşit olmayan ağırlıklar eşit olmayan kollarda aşağıdaki koşul sağlandığında dengede kalırlar: f1 · a = f2 · b
Bu çalışmalarına dayanarak söylediği "Bana bir dayanak noktası verin Dünya'yı yerinden oynatayım." sözü yüzyıllardan beri dillerden düşmemiştir.

Arşimet, kendi adıyla tanınan sıvıların dengesi kanununu da bulmuştur. Söylendiğine göre, bir gün Kral II Hieron yaptırmış olduğu altın tacın içine kuyumcunun gümüş karıştırdığından kuşkulanmış ve bu sorunun çözümünü Arşimet'e havale etmiş. Bir hayli düşünmüş olmasına rağmen sorunu bir türlü çözemeyen Archimedes, yıkanmak için bir hamama gittiğinde, hamam havuzunun içindeyken ağırlığının azaldığını hissetmiş ve "Buldum, buldum" diyerek hamamdan fırlamış. Acaba Arşimet 'in bulduğu neydi? Su içine daldırılan bir cisim taşırdığı suyun ağırlığı kadar ağırlığından kaybediyordu ve taç için verilen altının taşırdığı su ile tacın taşırdığı su mukayese edilerek sorun çözülebilirdi.

Archimedes'in araştırmalarından önce, tahtanın yüzdüğü ama demirin battığı biliniyordu; ancak bunun nedeni açıklanamıyordu. Archimedes'in bu kanunu doğada tesadüflere yer olmadığını, her zaman aynı koşullarda aynı sonuçlara ulaşılacağını göstermiştir. Archimedes, 23 yüzyıl önce, modern bilimsel yöntem anlayışına çok yakın bir anlayışla, bugün de geçerli olan statik ve hidrostatik kanunlarını bulmuş ve bu katkılarıyla bilim tarihinin en büyük üç kahramanından birisi olmaya hak kazanmıştır.


Arşimed'in Siraküza Savunması

MÖ 216 yılında Arşimed 70 yaşını aşmış, akrabalarından biri olduğu söylenen Siraküza kıralı Hieron ölmüştü. İkinci Pön Savaşı sonunda da şehir yenilgiye uğramış, Kartaca'lılarla birleşmeyi kabul etmişti. Bunun üzerine Romalılar, ünlü konsüllerinden biri olan Claudius Marcellus'u bir orduyla Siraküza'ya gönderdiler.

Yaşlı Arşimed, hiçbir zaman katılmadığı siyaset alanından uzakta kendini çalışmalarına vermiş, sessiz ve sakin bir hayat sürüyordu. Ama onun hikmet ve zekasına hayranlık duyan hemşehrileri şehri savunması için kendisinden yardım dilediler. Arşimet, bu çağrıyı adeta istemeyerek kabul etti.

Romalılar, onun bir mucit ve mühendis olarak yaratıcı kabiliyetini öğrenmekte gecikmediler. Bir gün, kıyıdaki şehir surlarına kadar sokulan bir Roma savaş gemisi birdenbire dev gibi korkunç bir kerpetenle karşılaştı. Duvarların arkasından çıkan bu alet gemiyi pruvasından yakaladığı gibi çeneleri arasında kıstırarak parçaladı. Kaldıraç kolları ve dönel kasnaklar yardımıyla işleyen bu aletin çalışma prensipleri Arşimet tarafından ortaya konulmuştu. Böylece bir kaldıraç mekanizması ilke defa olarak gerçekleştiriliyordu.

Bu arada surların arkasına yerleştirilen dev mancınıklar, düşmanın üzerine ağır oklar ve taş yağdırıyordu. Güvertesi ve bordası delik deşik olan gemilerin direkleri parçalanıyor, gemidekilerin üzerine düşüyor, düşman ağır kayıplar veriyordu.

Arşimet'in Güneş ışınlarını büyük bir ayna aracılığıyla düşman üzerine yansıtıp gemileri ateşe verdiği de söylenir. Ama inanılması oldukça güç olan bu hikaye, belki de bir efsaneden başka bir şey değildir.

Bununla birlikte Arşimet'in icat ettiği makineler, Romalıların gözlerini o derece yıldırmıştı ki surların üzerinde bir ip ya da değnek gördükleri zaman gene onun bir makinesi sanarak bağırıp kaçışıyorlardı. Claudius Marcellus, ister istemez hayranlık duyduğu bu düşmanıyla kendi mühendislerinin başa çıkamayacağını anladı. "Bu matematik devi ile neden savaşalım ? Bizimle alay eder gibi kıyıda oturup donanmamızı yok ediyor !" diyerek Siraküza'yı tam bir ablukaya aldı.